Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturmasından bu yana siyasi hayatı sürekli belli çevrelerle mücadele içinde geçti. Bunları başarıyla geçtiğinin ispatı bugünkü konumu.
Şimdi ise Erdoğan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Öcalan çağrısının ardından başka bir mücadeleye girdi ama sanki durum öncekilerden ayrışıyor. Erdoğan’ın gerekçesini açıklamak için farklı sebepler öne sürülse de kayyım politikaları ve sınır ötesi harekât ihtimalleri ile muhtemel bir süreci hedef aldığı bu çabasının önceki örneklerinden en önemli farkı arkasındaki halk desteğinin eksikliği.
Bu farka gelmeden, Erdoğan’ın son 22 yıldaki siyasi geçmişine dair genelleyici yargı bildiren tüm cümlelerin en temel yanlışı 2016 öncesi Erdoğan ile 2016 sonrası Erdoğan’ın aktör olarak belirleyici gücünün birbirinden çok farklı olduğunu yok saymaları.
Bu yazının konusu değil ama 1 Mart’ta Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarından Irak’a geçmesini öngören tezkereden 27 Nisan e-muhtırası ile zirveye çıkan eşi başörtülü cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi tartışmalarına ya da ekonomide faiz kararlarına kadar bir çok örnekte AK Parti tam da Erdoğan’ın tercihine karşı çıktığı için başarılı oldu.
AK Parti’de Abdullah Gül’den Beşir Atalay’a, Ahmet Davutoğlu’dan Ali Babacan’a, Bülent Arınç’a kadar ya da şu an parti içinde olan birçok aktör kritik zamanlarda Erdoğan’ın tercihinin aksi istikametinde yön belirledi. O dönemki ortak akıl da Türkiye’nin AK Parti muhaliflerinin bile hakkını teslim ettiği on yıllık bir dönem yaşamasını sağladı.
Mesele Erdoğan’ın toplum nezdindeki ağırlığının bu kararların uygulanmasını mümkün kıldığını yok saymak ya da Erdoğan’ın siyasal duruşunun önemini paranteze almak değil ama 2002’den 2024’e kadar tüm sürecin tek bir özne etrafında yorumlanmasının yanlışlığını ortaya koymak. 2016’dan sonra bu aktörlerin çoğunun tasfiye edilmesi ile Erdoğan’ın bireysel kararlarını bu ‘yüklerden’ kurtulup tek başına alabilmesi ise bugünkü durumu getirdi.
Erdoğan’ın ilk kavgası muhtemelen medyayla idi. Hüseyin Besli’nin “Bir Liderin Doğuşu Recep Tayyip Erdoğan” kitabında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na adaylık sırasında Erdoğan’ın yaşadıklarını okuyunca Erdoğan’ın İstanbul medyasından neden bu kadar nefret ettiğini anlamak zor değil.
“Manşetlerle çarpışa çarpışa” iktidar olmanın altı pek boş değil. Kendisine siyaset yolunu kapatmak isteyen yargı kararları ve Pınarhisar cezaevi yıllarını ise Ankara’da askerin temsil ettiği derin devlet vesayeti ile mücadele yılları izledi.
Erdoğan’a ve temsil ettiği siyasi hareket ve kimlik tabanı ile arası hoş olmayan İstanbul sermayesi de iktidarın sürdürülebilirliğinin önünde az engel çıkarmadı.
Davos’taki ‘one minute’ çıkışı başlangıç noktası olmasa da dış güçler de, iktidarın tarif ettiği gibi “tüm kötülüklerin anası” olmasa da AK Parti iktidarının mücadele etmesi gereken odaklardan biri oldu.
Erdoğan’ın kavgasının en son ama en zorlu aşamalarından biri de FETÖ ile verildi. Bu süreçte de önce Başbakan sonra da Cumhurbaşkanı olan Erdoğan tek başına değildi.
Bu kavgaların hepsinin ortak özelliği AK Parti’nin-Erdoğan’ın arkasında halk desteğinin bulunması idi. Erdoğan’ın siyasi rakipleri de bu desteği görmemekte ve anlamamakta ısrar ettiler. Eğer hareket demek fazla kaçmazsa ki biraz kaçar, AK Parti hareketinin başarısının temelinde de toplumda sahici bir zeminden hareketle onun adına bir mücadele veriyor olması idi.
Öyle ki 17-25 Aralık yolsuzluk iddialarında halk Erdoğan’ın suçsuz olduğunu düşünmese de devlet içindeki bir odağın siyasal amaçlarına hukuki kılıf uydurarak seçilmiş bir aktörü devirmesine izin vermedi.
2016 darbe girişimin ardından ise Erdoğan’ın kavgası zaman içinde temsil ettiği kesim adına verilen mücadeleden kişisel ve dar bir çevrenin varlık-yokluk mücadelesine evrildi.
Muhalefetin; toplumsal beklentileri, korkuları, devlet ve ülke içindeki vesayet dönüşümünü okuyamaması da iktidarın sürdürülebilirliğini mümkün kıldı.
Bahçeli’nin ‘Öcalan’ çağrısı ile başlatmak istediği sürece Erdoğan'ın gösterdiği güçlü direnç bu seferki gerilim ile öncekiler arasındaki farkı daha da görünür kılıyor.
“Öcalan’ın meclise gelmesi”nin literal keskinliğini bir kenara bırakırsak Bahçeli’nin son çıkışına siyasal bir okuma ve anlamlandırma ile DEM Parti’den MHP’ye CHP’den AK Parti tabanına kadar çok geniş bir toplumsal zemin kurgulanma ihtimali var.
Erdoğan ise ister İmamoğlu’nun önünü kesmek ister son hamleyi kendisine bir dayatma olarak okuması ister milliyetçi reflekslerinin kendisi ile özdeşleştirilen pragmatizmini sınırlaması ya da göremediğimiz bir gerekçe ile bu zemini karşısına alıyor.
Bu son gerilim Erdoğan ve AK Parti’nin toplumla kopuşunun en son halkası mı yoksa kimilerinin iddia ettiği gibi danışıklı bir rol dağılımı mı birlikte göreceğiz.