AK Parti uzun süredir ekonomik krizin sebeplerinden çok sonuçlarını yönetmek üzere bir strateji izliyor. Sonuçları sebeplerden bağımsız olarak ortadan kaldırmak ne kadar mümkün ve bu kavganın galibi kim olur ayrı mesele ama sebeplerin üzerine gidilmemesinin arkasında yatan faktör doğrudan epistemolojik bir farklılık.
Yeri gelmişken, Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanı olduktan sonra epistemoloji kelimesini kullanmıştı ve biraz da tartışılmıştı. Kelime felsefi içeriğinden ziyade Türkiye Dışişleri Bakanı’nın akademik birikimine de işaret ettiği için özellikle entelektüel çevrelerde konuşulmuştu.
Ne Davutoğlu ne de ilk bu tartışma üzerinden ülkenin geldiği düşünsel seviye üzerine yorum yapanlar ‘epistemoloji’nin, Nurettin Nebati’nin şahsında tam da bilgiden, bilimden, rasyonaliteden ve gerçeklikten uzaklaşmayı temsil edeceğini tahmin edemezdi herhalde.
Ekonomik krizi tetikleyen, onu derinleştiren ve arkasında yatan ana dinamikler konusunda iktidar farklı düşününce neden krizi yönetmek için sebeplere yoğunlaşmıyorlar sorusu biraz havada kalıyor. Öyle ya, tam da herkesin krizin temel sebebi olarak gördüğü enflasyon-faiz nedenselliğini kabul etmeyince neden bunu çözmüyorsunuz demek de anlamsız kalıyor.
“Asitli içecekler, stres ve isot benim ülsere çok iyi geliyor asıl bunları yiyince kendimi iyi hissediyorum” diyen bir hastaya ağrı kesiciden başka bir şey vermek şimdilik mümkün görünmüyor. Ta ki bedelini hep birlikte ödeyeceğimiz gerçek ve ağır tedaviye kadar.
Sonuçlarla kavgaya gelince enflasyon oranının üzerinde yapılan ve yapılması beklenen asgari ücret zammı; yasal, şeffaf, kurallı bir şekilde yurtdışından borç bulma mekanizmalarının kapatılması, Merkez Bankası rezervlerinin kuru dengeleme adına ağrıyı kısa süre kesmek için bir avuç hap almak gibi tüketilmesi benzeri önlemler hep işin sonuçlarını yok sayma ya da yokmuş gibi hissedilmesini sağlama yönünde adımlar.
Şimdi BİM başta olmak üzere zincir marketlerin fiyatları ve bu şirketlerin hükümetin ekonomi politikasına getirdiği eleştiriler üzerinden yeni bir düşman bulundu. İlk bakışta önceki örneklere benzese de bu kavga hem Türkiye’nin ifade ve girişim özgürlüğü açısından geldiği yere hem de AK Parti’nin artık kendisini konumlandırış tarzına dair önemli veriler içeriyor.
Şimdi de dar gelirlinin enflasyonla ilk ve doğrudan muhatap olduğu market fiyatları üzerinden bir sorumlu aranıyor. Ama bu kavga dış güçler ya da oldum olası Türkiye toplumu ile ortak dili kurgulamakta zorluk çeken İstanbul boğazındaki sermaye ile çıkan gerilimlere benzemeyebilir.
Öncelikle bu zincir marketlerin büyük çoğunluğu ortalamanın altında geliri olan geniş toplum kesimlerinin hem hayat pahalılığına karşı direnebilmelerinin en temel nirengi noktalarından hem de son krizin ötesinde geniş kesimlerim günlük tüketim kalıplarını belirleyen yaşamın ayrılmaz parçalarından biri haline gelmiş durumda.
Kısacası son on yılda dar gelirlilerin, son iki yılda da orta ve orta üst gelirlilerin bile yaşam standartlarını korurken bir dayanak noktası olarak gördükleri bu zincir marketler hedef alındığında beraberinde çok daha geniş bir kesim de kendisini tehdit altında hissedebilir.
Arada bu marketlere saldıranlar ya da onlara ayar verenler gibi marjinal bazı gruplar hükümetin kavgasından kendilerine vazife çıkarsalar da milyonlarca insan mutfak masrafını buralar vasıtasıyla makul bir yerde tutmaya çalışıyor.
Bunun ötesinde zincir marketler kavgası iktidar ve çevresinin eleştiriye tahammül eşiğinin geldiği yeri de işaret ediyor. En ufak bir serzeniş ya da eleştiri doğrudan hayati bir tehdit olarak kodlanıyor ve bu ölçekte tepki görüyor. Bu da makul ve sıradan bir karşı çıkışı bile ya imkansız hale getiriyor ya da dile getirenin her şeyi göze almasını gerektiriyor.
Son nokta ise yaşanan son gerilim daha önce yaşananlara benzer bir İslamcı mahalle içi iktidar kavgası olarak tanımlanması. Bu yaklaşım hem iktidarın hem İslamcı mahallenin hem de Türkiye’nin toplamda yaşadığı dönüşümü ve son gerilimin ekonomiden ve iktidarın iş tutuş tarzından kaynaklanan sebeplerini ıskalıyor.
Evet ortada bir mahalle içi olarak da adlandırılabilecek bir gerilim var ama bu sefer taraflardan biri önceki örneklerde olduğu gibi iktidara neredeyse eşit düzeyde bir ortaklık talep etmiyor. En fazla eski yakınlığın da etkisi ile elde edilen kazanımların bu sefer büyük abinin yanlışları ve inadı uğruna erimesine bir itiraz var.
Üstüne AK Parti’nin itirazı da artık mahalle içi bir gerilime yapılan itiraz değil, artık kendisini mahalleler üstünde ‘devlet’ olarak tanımlamayan kendi varlığını devletin varlığı ile eşitleyen ve kendine karşı eleştiriyi de devlete karşı yapılmış sayan çok daha farklı bir merkezi tepki var.
Eleştirilere had bildirmek de ‘devletle oyun olmaz’ başlığı ile meşrulaştırılıyor.
Cumhuriyetin kuruluşundaki rolleri itibariyle kendilerini on yıllarca ‘devlet’ olarak tanımlayanların geldiği yer ortada. Bundan çok daha zayıf bir bürokratik taban üzerine sadece uzun süreli iktidarın ve güç monopolizasyonunun ardından kendini devletle eşitlemenin sonu ise pek parlak görünmüyor.
İnsanların geniş manada günlük ekmeklerini temin ettikleri yerlerle devlet adına ve gerçek dışı argümanlarla kavga etmek, kavgayı başlatanlar açısından beklediklerinden çok farklı bir sonuç üretebilir.