Sessiz sedasız dediysem iktidarın İsveç konusundaki tutumunu Batı karşısında son kale olarak, haklı ve güçlü ülkenin eyvallahsız dış politikası olarak anlatanları kastediyorum.
İsveç’in NATO üyeliği tartışması bitene kadar İstanbul’da belediye otobüslerinin performansını gündemine alan medya ABD’nin F-16 konusunda adım atması ile “Türkiye NATO’daki konumunu güçlendirdi.” başlıklarını atarak rahatladı.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nulland’ın CNN Türk’ten Büşra Arslantaş’a yaptığı “S-400 meselesini halledebilirsek, ABD Türkiye’yi F-35 ailesine geri almaktan memnuniyet duyacaktır.” açıklamasını ise virgülden önceki bölümü atlayarak manşet yapmak
kimi kandırdı orası ayrı mesele. Bektaşi’nin “… namaza yaklaşmayın” ayeti yorumu gibi.
Ne zaman kim ne dedi, iktidar medyası nasıl hem amansız ABD ve Batı karşıtı hem “Batı ittifakında güçlü Türkiye” anlatıcısı, iktidar birbiriyle taban tabana zıt politikaları nasıl savunabiliyor ve seçmenine anlatıyor an itibariyle sansasyonel detaylara dönmüş durumda.
Ekonomistleri tarif ederken biraz da istihzai bir şekilde “İyi bir iktisatçı, dün yaptığı tahminin bugün neden başarısız olduğunu en iyi şekilde açıklayabilen kişidir” tanımlamasını bugün Türk diplomasisi için yapmak mümkün hale geldi.
“İyi diplomat dün yaptığı blöften bugün neden vazgeçtiğini en iyi şekilde izah eden kişidir.” noktasına gelmiş durumdayız.
Mesele ABD karşıtlığı ya da taraftarlığı, İsveç’in NATO üyeliğini desteklemek ya da Türkiye’nin Batı ittifakındaki yerini tanımlamak değil. Usul de sorun varsa neyi neden yaptığınızın bir anlamı kalmıyor.
Suudi Arabistan’la Cemal Kaşıkçı davasındaki tavır değişikliğinden, Birleşik Arap Emirlikleri’nin 15 Temmuz darbesinin destekçiliğinden Körfez’deki neredeyse en yakın müttefik hale gelmesine, HAMAS’ı gözü kapalı terör örgütü olarak yaftalamaya haklı olarak itiraz edip HAMAS üyelerine kapıyı göstermeye, İsrail’e ülke içinde en yüksek perdeden tepki gösterip büyükelçiyi çekmek için bile Tel Aviv’in adım atmasını beklemeye, “bu can bu bedende, bu fakir bu görevde olduğu sürece…” diye cümleye girip söylenenin tersini yapmak için takvime bile bakmamaya, “derhal ülkeden kovulsunlar” diye başlayan “persona non grata” blöflerinin güç bela bulunan formüllerle yutulmasına kadar onlarca örneği sıralamak mümkün.
Türkiye’nin pozisyon ve tavır değişiklikleri; diplomasinin olmazsa olmazı esneklik limitlerini, al-ver süreçlerini, pazarlık marjlarını, pragmatizm tariflerini hatta oportünizm zirvelerini geçmiş durumda.
Durum böyle olunca da en sert cümlelerin bile karşı başkentlerdeki raf değeri uzun ömürlü sütler kadar bir zaman dilimine gerilemiş durumda.
Özellikle dış politikanın siyah-beyaz olmadığının farkında olan, gri alanlar üzerinden süreç okuması yapmanın nasıl kaçınılmaz olduğunu bilen, en yumuşak açıklamalardaki kritik cümlede kullanılan farklı kelimenin aslında tüm mesajı içinde taşıdığını görenlerin bile izah etmekte, tarifte ve keramet bulmakta zorlandığı bir süreç geçiriyoruz.
En sonda atılan doğru adım, başta atılan yanlışları örtmeye yetmiyor. Zarar kontrolü maliyeti sıfırlamıyor. 20 ayın sonunda satrançta ilk kareye dönmek aradaki hamleleri temize çekmiyor.
Meşru bir şekilde dile getirilen “terörle mücadelede gerekli adımların atılmadığı” eleştirilerinin dar pazarlıklar ve mecburen günü kurtaran kazanımlar sonunda havada kalması sorunları çözmüyor.
Böylesi zikzaklarla dolu usul eksikleri ve iç tüketim hırsları da Türkiye’nin haklı tezlerini, bölgesinde oynadığı ve oynayabileceği rolü, hatta atılan olumlu ve yapıcı adımları kalın bir “al-verci/günü kurtarma” siyaset perdesinin altında görünmez kılıyor.
Diplomatik adımların stratejik sonuçlarını ve uzun vadeli bölgesel okumalar içinde ifade ettiği anlamları tartışmak anlamsızlaşıyor. Güven kaybedilip, ilkesel ve meşru çıkar odaklı tutarlılık beklentileri kısa vadeli siyasi önceliklere feda edildikçe de bu çabanın anlamlı olacağı dönemler uzak görünüyor.