Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen cuma günü Diyarbakır’a gerçekleştirdiği ziyaret beklentilerin biraz da üzerinde karşılık buldu. Aslında ziyaretin ses getirmesinin bir sebebi Rawest Araştırma Direktörü Roj Girasun’un tabiriyle ziyaret öncesinde şehirdeki hâkim ‘beklentisizlik’ havası idi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan; çözüm sürecinin sona ermesindeki tavrı ile başlayan, 15 Temmuz sonrası takındığı milliyetçi/devletçi tutum ile pekişen, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumuna karşı Türkiye’nin haklı eleştirilerini dile getirirken kullandığı ‘yiyecek ekmek bulamazsınız’ sözü ile zirveye çıkan yaklaşımı ile Kürt seçmen nezdinde muhtemel beklentileri büyük oranda törpülemişti.
Bu algı, kapatma davasına kadar giden HDP üzerindeki baskılar ile Kürt seçmen nezdinde daha kalıcı bir umursamazlığa evrildi.
Böyle bir “beklentisizlik” ortamında gerçekleşse de Diyarbakır ziyaretleri her zaman önemli olmuştur.
Diyarbakır’ı etnik bir söylemin sembol şehri olarak görüp buna itiraz edenler ve bu bağlamda yok saymaya çalışanlar da, kendi siyasi hareketinin çıkış noktası olarak görenler de hep önemsediler.
Muhalefetin sürekli ivmelenen saha faaliyetlerine, şehir gezilerine ve vatandaşla temasına rağmen iktidar bir buçuk yıl süren pandemiyi biraz da bahane ederek alana fazla inmemişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şehir gezilerinin ilklerinden birini Diyarbakır’a gerçekleştirmesi bu anlamda siyasi bir stratejinin de işaretini veriyor. Ancak verilen mesajları değerlendirirken son 4 yıl içinde Kürt sorununun devlet ve toplum katında algılanış şeklini ve iktidar ittifakının kompozisyonunu dikkate almak gerek. Erdoğan’ın çevresinde kişisel aşırılıklarını törpüleyecek ve onun adına süreç yönetebilecek güçlü aktör yokluğunu da göz önüne aldığımızda bu ziyaretin ilerde geçmişe dönüp bakıldığında akla gelen ilklerden biri olmayacağı görülüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın adımını 2020 Kasım ayından bu yana Ankara’da yaşadığı sıkışmışlığı aşma çabalarının bir devamı olarak görmek daha yerinde olur. Biden’ın ABD Başkanı seçilmesini ve Ekonomi Bakanı Berat Albayrak’ın istifasını başlangıcı olarak görebileceğimiz bu süreç aslında seçimler yaklaşırken alternatif kartları açık tutma çabası. HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu hakkında Anayasa Mahkemesi’nin temmuz ayı başında verdiği hak ihlali kararının ziyaretin tam öncesinde uygulanması da yine bu makro stratejinin bir parçası. Tıpkı HDP’ye kapatma davası açılmasının MHP Kongresi öncesinde gerçekleşmesi gibi.
Galip Dalay’ın perspektif.online’da çok kapsamlı bir şekilde değerlendirdiği gibi iktidarın beka stratejisi çözülüş aşamasında. “Kürt meselesinin güvenlikçi perspektife hapsedilmesiyle yüksek dozajlı milliyetçiliğin iktidara kaybettirdiğini son yerel seçimler bütün berraklığıyla ortaya koydu.” Eğer 15 Temmuz’la başlayan beka siyaseti işe yaramaya devam etse idi böyle bir ziyarete de gerek duyulmayacaktı.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Erdoğan’ın tüm çabalarında yaptığı açıklamalar ve hamleler ile Cumhurbaşkanının manevra alanını daraltmayı başardı. Bahçeli’nin Erdoğan lehine atılan ‘Biji Serok Erdoğan’ sloganlarına Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu üzerinden cevap verme çabası da ittifak içindeki bu rekabeti gösteriyor. Bahçeli, Erdoğan için kullanamadığı ifadeleri Davutoğlu üzerinden kurgulayarak pozisyonunu koruduğunu hem Erdoğan’a hem kitlesine göstermeye çalışıyor, Erdoğan’a sınır çiziyor.
Bahçeli’nin muhalefeti olası bir çözüm sürecinin önündeki tek engel değil elbette. Devletin, iktidarı ve muhalefeti ile siyasetin neo-kemalist bir formda dönüşmesi, içerde terör sorununun neredeyse kalmamış olması, Erdoğan’ın varlığını Kürt sorununun çözümüne değil bilakis Kürtlerin tehdit olarak kodlanmasına endekslemesi, Kürt siyasetinin ve aktörlerinin çözüm için üzerlerine düşeni yapmakta iyi bir sınav verememiş olmaları, çözüm sürecinde toplumsal tepkiyi yönetebilecek ve bir köprü rolü oynayacak âkil insanların bir kısmının bizatihi kutuplaşmanın sembolüne dönüşmüş olması, uluslararası konjonktürün elverişsizliği gibi birçok sebep sayılabilir.
Bunlar bir yana 2005 ve 2021’i yan yana koyduğumuzda en önemli değişiklik iktidarın yaşadığı dönüşümde gizli.
2005’te Erdoğan Diyarbakır’a gittiğinde odak; siyaset kurumunun, o günkü şartlarda AK Parti iktidarının Türkiye’nin en derin fay hatlarına merhem olma çabası ve daha önemlisi kapasitesi idi. O gün ‘Kürt sorunu benim de sorunum’ diyen Başbakan Erdoğan basın tarafından da kollanan askeri, bürokratik ve sınıfsal vesayet mekanizmalarına rağmen gücünü sandıktan alan bir meşruiyeti temsil ediyordu. Cümlelerinin amacı da bu meşruiyet üzerine bina edilen bir Türkiye vizyonu ile Kürt meselesine çözüm bulmaktı. İddianın kendisi, siyaset kurumunun hem önceliğinin hem de gücünün bir işareti idi.
Bugün aynı Erdoğan 2005’e atıfla o gün Kürtler nezdinde tesis ettiği meşruiyet zeminini hatırlatmak istiyor. Ancak bugün kurduğu cümleler siyaset kurumunun gücünün ve iddiasının değil bilakis zayıflığının, ayakta kalma çabasının, iktidarı sürekli kılma adına gerçekleştirilen siyasi manevraların bir yansıması. Kürtler ise iktidar için 2005’teki gibi sorunları çözülmesi gereken, bu çözüm üzerinden Türkiye’deki vesayet sisteminin geriletilmesinde rol oynayabilecek önemli bir toplum kesiminden, sandıkta yüzde ile ifade edilen bir seçmen kitlesine dönüşmüş vaziyette.
Evet, Kürt meselesinde hala toz kaldırabilen, ne diyeceği merak edilen, dediğini yapabilme kudreti kendisine atfedilen tek siyasi figür Cumhurbaşkanı Erdoğan. Ama bu, Erdoğan siyasetinin 2005’ten 2021’e kaybettiği irtifayı ve toplumun yerine kendi sorunlarını öncelediği gerçeğini örtmeye yetmiyor.