Delirtebilir de. Vaktinden önce susturduğu da olur.
Yazı ile yazıyı yazan arasındaki ilişki esrarengiz bir ilişkidir. Yazı insanı dönüştürür, bir başkası yapar, daha çok da kendisine benzeterek yapar bunu. Karşılıklı tehlikeli bir etkileşim vardır aralarında. Yazıyı yazanın karakteri, yapısı mı belirler yazıyı, yoksa yazının indiği karanlık dehlizler, dokunduğu kaypak belirsizlikler, uçurumlarla çevrili, dolambaçlı patikalar mı götürür yazıyı yazanı kimi zaman deliliğin kıyılarına dek? Edebiyat tarihinde bu sorun üzerinde çok durulmuştur, ama pek de fikir birliğine varılabilmiş değildir. Yazı kara bir ok gibi saplanır kalır göğüs kafesine yazarın, kanatır, deşer, oyuklar açar, parçalar, sonunda öldürebilir de.
Yazı ile yazar arasındaki bu tehlikeli ilişkinin efsaneleşmiş kahramanlarından biri hiç kuşkusuz ünlü Fransız şair, ‘Ateşin Oğlu’ Arthur Rimbaud’dur. Rimbaud 16 yaşındayken köyünden yayan olarak, cebindeki şiirler hariç, beş kuruşsuz Paris’e gittiğinde ve orada ‘Şairler Prensi’ Fransız şair Paul Verlaine tarafından büyük bir coşkuyla karşılandığında, işte daha o yaşlarda, şiirin zehir zemberek dolambaçlı yollarında yeni bir şiir yaratmaya doğru ilerliyordu. Daha 16’sındaydı. “Ben bir başkasıdır,” diyen Rimbaud, bir süre sonra şiirin alışıldık formuyla yetinemeyerek ‘Illuminations”’ ve ‘Cehennemde Bir Mevsim’de şiirin simyasını, insanın psikolojik yapısıyla nesnelerin doğasını alaşımlayarak bulmaya çalıştı. Bu cehennemi çalışma sırasında belleğini ve varlığını gerçekliğin gizli yüzlerine daha da açmak için çok çeşitli uyuşturucular kullandı. Şiir serüvenini 21 yaşında, dünya şiirinde yeni bir çığır açarak ve belirgin bir kavşak noktası oluşturarak bitiren Rimbaud, ölene dek Afrika’da köle ticareti, silah kaçakçılığı vs gibi şiirle hiçbir ilgisi bulunmayan işler yaptı. Mutluluğu icat etmek, kendisi yapmak isteyen şairin sonu, şiirsel girişiminin çok tehlikeli olması, ve bu girişimi sadece şiir düzeyinde değil, kendi varlığı üzerinde de uygulaması nedeniyle trajik olmuştur. 36 yaşında kazandığı paraları sayıklayarak ölür.
Batı düşüncesi naylon bir çorapsa eğer, bu çorabın kaçığı Alman filozof Friedrich Nietzsche’dir. Nietzsche’nin felsefedeki girişimi de birçok tehlikeli uçurumla çevrilidir. Tüm eserini Hıristiyan ahlakına ve bu ahlakın insanına karşı kuran, bu ahlaka karşılık uzlaşımsal yeni bir ahlak ve yeni insanı öneren bir ahlakçıdır aslında. Eseri tamamen sistematik felsefe dışında yer alır ve fragmanlarla yazmayı yeğleyerek her türlü düşünsel sistemi, yekpareliği parçalamaya çalıştığı anlaşılır. Sisteme kesinkes karşıdır. Amacı ahlak bakımından yeni bir insan (üst-insan) yaratmak olan Nietzsche, kendi felsefesini kendi varlığı üzerinde denemiş ender filozoflardan biridir. ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ adlı eserinde “yüksek tepelerde yaşayan üşümeyi göze almalıdır,” diyen Nietzsche’nin bizzat kendisi de üşütmüştür. Zira öne sürdüğü düşünce ve bu düşüncenin uygulaması, sınırlı bir yapıya sahip olan insana ağır gelmiştir. Bu yüzden değil midir ki, İtalya’nın Torino kentinde, sokakta kırbaçlanan bir beygirin boynuna sarılıp ağlamaya başlayan düşünürün çılgınlığa gömülmesi bu koşullar altında anlaşılır bir şeydir. Nietzsche 44 yaşında delirir.
Bizim edebiyatımızdan Oğuz Atay da, yazı ile, bir romanına verdiği ad gibi, ‘Tehlikeli Oyunlar’ oynamaya girişir. Günlüklerinden anlaşıldığına göre ‘Türkiye’nin Ruhu’ adlı bir roman yazmayı tasarlayan ama bunu ömrü yetmediğinden gerçekleştiremeyen Atay, eserlerinde ‘tutunamayanlar’ı, toplum tarafından kabul görmeyen, hayalperest, gerçekliğe tam olarak nüfuz edemeyen insanları ele alır. Bunu da çok keskin bir ironiyle yapar. Oğuz Atay’ın kahramanları gerçekten de Türkiye’nin ruhunun birer yansımasıdır. Atay’ın yazınsal girişimini cehennemi kılan onun kahramanlarıyla adeta özdeşleşmesi, onlarla birlikte acı çekmesi ve saçmalamasıdır. Günlüklerinde kahramanlarının ağzıyla konuşur. Hepsi kendisinden birer parçadır. Öyle ki bu parçalanmış, trajik, hatta traji-komik kişiler tehlikeli bir oyunun –yaşam oyununun- kendi iradelerini bir türlü kullanamayan kuklalarıdır. Atay’dır onlar. Oğuz Atay 44 yaşında ölür.
Keza, son bir örnek olarak, Franz Kafka verilebilir. O veremden ölmüştür. Hep düşünmüşümdür, Kafka’nın yazdıklarının onun verem olması üzerinde etkisi ne kadardır, var mıdır, yok mudur diye. Kesinlikle etkisi vardır. 20. yüzyıl başının ruh halini yansıtan ve bir kâhin gibi 2. Dünya Savaşı’nı öngören, bürokrasi eleştirisiyle dolu yapıtları, bu yapıtları oluşturan sözcükler Kafka’nın hayatını da etkileyen sözcüklerdir. Her biri onun varlığında sökülmüştür. Kafka, yazarak kendini öldürenlerdendi.
Yazı ile yazıyı yazan arasındaki bu cehennemi etkileşimin sayısız örneği vardır. Burada hepsine yer vermek neredeyse imkânsız ama bazılarının hiç olmazsa isimlerini sayabiliriz. Alman şair, kız kardeşine çaresiz bir aşk duyan Georg Trakl, çok gençken yazmayı bırakıp fotoğrafçılığa yönelen, artık sadece kitaplarının yeni baskılarını düzeltmekle yetinen, şiirden derin bir kuşku duyan Fransız şair Denis Roche, Kaderin işleyiş tarzını çözümlemeye çalışarak kadere kafa tutan Fransız şair Stephane Mallarme, urganı hep elinde dolaşan Fransız şair Gerard de Nerval, delirerek ölen Amerikalı hikâyeci ve şair Edgar Allan Poe, İngiliz şair ve ressam William Blake, deliren Alman şair Hölderlin, “Yaşamak yorar,” diyen İtalyan yazar Cesare Pavese, Nilgün Marmara, Tezer Özlü vs vs. Daha çok uzar bu liste.
Yazı ile yazar arasındaki bu karşılıklı tehlikeli etkileşim, yazının yazarın her şeyini istemesinden kaynaklanır. Yazı yaşamın bir parçası olmakla yetinmez, hepsi olmak ister. Yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz yazarlar yazıya boyun eğmiş, onun tarafından tutsak edilmiş, yazıyı kendi varlıkları üzerinde denemiş ve uygulamış kişilerdir.
Yazı her şeyi ister, iyi yazar da verir. Her ne pahasına olursa olsun.