Her şeyin, insanlık durumlarının, duygulanımların, duyuş ve davranışların, yaşamanın ve hatta yaşantıların, bizden, yaşantıları deneyimleyenlerden uzaklaştığı, kendine kopan davranışlarla, hadi trendlerle diyelim de çağcıl söyleme uygun düşsün, zapturapt altına alındığı, bir yazgıymışçasına yönlendirildiği bir sanal-kavramsal gerçeklikte, bir zamanlarki simasını mümkün değil anımsamadığımız, anlatıya dönüşmüş bir hakikatte, duygunun, dolaysız dışavuruşun, ateşin ve taşın skandalıdır yazdığım şiir. Skandaldır: İnfilaktır, çünkü beklenmedik, hesabı tutulmamış, başını sonunu, tarihini kuyruğunu keser gibi kesip atmış bir sürprizin yazgısına, doğasına can atar; şimşeğin çıkışı, havanın çalkanışı, afallatan şaşkınlık ânı, ruhsallık düzeneğinin çatırdadığı bir ruh hâli. Yoğunluk, yerçekimi, seyreliş, akış, ağış ve en nihayet şiir-oluş. Her şeyin tıpatıp kendi olduğu bir kendinden vazgeçiş, biçimden sıyrılış, ama işte tam da böylece ırgalanmaz biçimine kavuşuş.
Bırakın kendi hâline, bakın nasıl da bulur kendini! Şiirim kendini kendi istediğince, içten fışkıran, kalkışan bir enerjiyle şekleder, hayat, can buldurur. Skandal, varoluşun, her nasılsa hasıraltında (yer) altında kalmış gerçeğinin beklenmedik yüze çıkışıdır. Hesaba katılmamış olandır. Bu beklenmedik yüze vuruştan dolayıdır ki, dirimselliği, karşı konulmaz enerjiyi yüklenebilir, ahlaki ve kültürel normlara uyduğu anda, yürürlükteki ahlaki ve kültürel normlara uymasa da, ahlaki ve kültüreldir, ahlakın ve kültürün yerleşik yorumlarını genişletir, sağaltır. (Camus de demişti: Kültür, insanın yazgısına karşı attığı çığlıktır.) Yani: Baudelaire bir skandaldır, Pir Sultan Abdal da öyleydi. Georg Trakl ve Paul Celan da. Hâşim bir skandaldır, Nâzım Hikmet skandalın dik âlâsıydı, Karacaoğlan bir kepazelikti, Can Yücel rezilliğin ideolojisidir. Cesar Vallejo ise, bence, skandalın abidesidir. Hayatımızı genişleten işte bu skandaldır; yani önceden kestirilemez, önü alınamaz duygu patlamaları, akışı. Notlar: [*] Batı Aydınlanmasının insan - merkezli dünya tasarımı artık çökmüştür: İnsan, varoluşun merkezinde, merkezî öneme sahip değil artık.
Zaten, Aydınlanmacı düşüncenin varsaydığı, sandığı gibi, hiçbir zaman varoluşun merkezinde değil, olmamıştır. Böyle bir düşünce, artık iyiden iyiye hazmedildiği gibi, insanın varoluşu kendi baktığı yerden görmesine, varoluşu kendi istekleri uyarınca sömürmesine, dönüştürmesine, saptırmasına neden olur, oldu da. Varoluş için İnsan da, Ağaç da, Arı da, Çiçek de, Kibrit Çöpü de, Cam da, Su da, Deniz de, Rüya da, Akıl da, Işık da, Karanlık da, Söz de eşdeğerdir, kutsaldır, boyun eğilesidir. Dünya, bütün varlıkların eşit değerde yan yanalıklarından oluşur: Varlıklar ‘ve’ bağlacıyla bağlanırlar, ‘veya’ ve ‘ya da’ ile değil, ‘yoksa’ hiç değil! Varlıklar arasında hiyerarşik bir bağ yoktur. Bütün varlıklar kendi mevcudiyetlerini koruyarak bir aradadırlar ve kutsaldırlar.
Yazdığım şiir, beşeri hayatın içindedir, oraya oradan konuşur.
Benim şiirim beşeriyete yönelir, oraya aittir; insanların dünyasına. Beşerî hayatla malûldür: Bu hayatın hatalarını da, tıpkı başarıları gibi üstlenir: Olup biten her şeyin bu hayatın içinde olup bittiğini benimser. Buradan başka yerde hayat yoktur, ama buradaki hayat başka türlü olabilir. Bundan dolayı, bu şiir, beşeriyetin içinde yer alırken, beşerî hayatın yerleşik sınırları içinde oyalanmayı da kabullenmez, beşerî hayatı genişletmeye, ferahlatmaya atılır. Ama bilir; dünya, insanların yarattığı bir dünyadır da; bir tane değildir. Sayısız insan dünyası vardır; hatta insan nüfusundan da çok: Ve hepsi de geçerlidir: Var’dır: Bundan dolayıdır ki, bu şiir haddini bilir: Sadece kendi işaret ettiğinin yegâne hakikat olmadığının farkındadır: Başka dünyaların da var ve hakiki olabileceği terbiyesine sahiptir. (Beyana saygı duyar.) Ama bu şiir kendi hakikatini de öbür hakikatlerin yanına koymaya atılır: Bu da var, der, öbürleri var’sa! Beşerî dünyaya yönelir de; insan merkezli dünyanın varoluşun merkezinde oturduğunu mümkün değil kabullenmez.
İnsanların dünyası: Varoluş ne kapsar ne de anlamlı kılar, tersi doğru değildir. Doğa bizi gereksinmez ve insan(lık) kendi yarattığı gereksiz hayhuydan sıyrılıp Dünyayı seyrettiğinde bunu görür, içine sindirir ve bundan mutluluk duyar. Dünya bizi umursamadan dönmektedir, ki bu ne büyük bir mutluluk ve huzurdur. (İnsan, Doğanın içine doğmuştur, oraya fırlatılmıştır, onunla organik ve makul bir ilişkisi yok gibidir!) İnsan Doğayı seyrettiğinde kendi haddini bilir, varlığının hakiki boyutlarını saptar. (İşte bundandır ki benim şiirim Kent’in değil, Bozkır’ın şiiridir: Kent’in kısa ömürlü kavramlarıyla, gerçeklikleriyle değil, Bozkır’ın Dünyanın dönüş hızına, uygun ufuk çizgisini kucaklayan perspektifiyle hemhâl olur. İşte bundandır ki, benim şiirim medenî değil, ilkeldir; dolayımlı değil, dolaysızdır. Kent insan-merkezli hegemonik kavramlar üretir, zahirîdir. Bozkır, Doğanın hüküm sürdüğü uçsuz bucaksızlıktır; sert rüzgârlar, Doğanın incelikli sesini fısıldar.) Bu şiir, İnsan-Doğa-Varlık-Ruh etkileşimini kavramaya gönül açar: Deniz karaya her vuruşunda, Kara ona cevap verir; Deniz aldığıyla geri döner; kavuştukları anda Denizle Kara arasında bir sonsuz söyleşi gerçekleşir: Şiir, işte bu söyleşidir. Ve işte bu söyleşi insanîdir, beşerî hayata dâhildir.
Bütün varlıklar arasında bu söyleşi vardır, olmalıdır. Varlıklar birbirlerinin sesini artık duymadığında, aralarında artık bir söyleşi gerçekleşmediğinde Dünya bozulur, içten içe çürür. Şiirin asli görevi bu söyleşiyi hep diri tutmaktır: Dünyanın sesini duy(ur)mak! Benim şiirim beşerî dünyaya çağırır; beşerî dünyayı küçümsemez, hor görmez, abartmaz ve yüceltmez de. Hangi şiir, insanı beşerî dünyanın dışına davet ederse o şiir zalimdir, zulme sevk eder, Varoluştan ayırır. Nietzsche: “Yalvarırım kardeşlerim, yeryüzüne sadık kalınız. Size yerötesi ümitlerden bahsedenlere inanmayınız. Bilsinler veya bilmesinler, onlar zehirleyicidirler,” derken bunu çok iyi ifade etmiştir. Benim şiirim yerötesine değil, yeryüzüne çağırır. Her şey yeryüzünde olup biter. Ama bu şiir beşerî hayata dâhil olduğu gibi beşerî hayatın kavramlarıyla yetinmez, onları Varoluşla sorgular, sınar, beşerî hayatın içinde beşerî hayatı ferahlatmaya can atar.
Beşerî dünyanın yorumuna değil, kavramlarla ulaşılmaz kılınmış Dünyaya değil, kavramları çatlatmış Varlığa, Varoluşa bakar: Bu sebeple benim şiirim maviyi görmez, Gökyüzünü görür; Kırmızıyı bilmez, Kan’ı tanır, yeşile saplanmaz, Yaprakları kucaklar; Kahverengide tutulmaz, Ağacın gövdesine sarılır; sarıdan gözleri kamaşmaz, Güneşi hisseder (sarı, bu şiirde ateştir, esrimedir); beyazı atlayıp geçer, Ölümün boşluğunu bulur; siyah onu aldatmaz, Karanlığın ucuna gider. Renkler, Doğadan koparılmış, çalınmıştı, şiirim renklerin aslına, yani Varlığa koşar. Aynısı işte: Dil’i material olarak görmez benim şiirim; onun devinimi, macerası, akışı, yoğunluğu, ağırlığı, rengi, kokusu, sesi, ısısı, ağışı ve alışverişidir. Bu şiir, Suyu elementlerine ayırmaz (ki zaten Su elementlere ayrılamaz!) Su, bu şiirde Sudur. Bu şiire bütün varlıklar, kendi mevcudiyetleriyle dâhil olurlar. Varlıklarının çağrışımları varlıklarından koparılmaz. Bu şiirde varlıklar özgür, kendi başlarınadır, kendi çağrışımlarının sınırlarına kendileri karar verir.