Cemal Süreya’nın bir şiirinin başlığı bu: ‘Taşıran Damla.’ Yani demek istiyor ki, diyelim koskoca bir kazan, su dolu, öyle ki o koca kazanı tek bir damla taşırabilir. Düşünün, sadece bir damladır taşkına sebep olan. Şiirde Süreya bu taşıran damlaya olan bağlılığını ve sevgisini vurguluyor. Ben de öyle. Hem de şundan: Bir şiir düşünelim, çok “normal” bir şekilde ilerliyor, neredeyse sıradan, ama sonra birden öyle bir kelime, vurgu, ton ya da ritim müdahalesi geliyor ki şiir kendinden taşıyor, bambaşka bir kimliğe bürünüyor. İşte, o şiiri şiir yapan bu beklenmedik olan şeydir. Şiir aslında genel kabul görmüş şiirselliği bozduğu, aksattığı ya da arıza yarattığı zaman gerçek anlamda şiir olur. Bu taşma aslında bir aşırılıktır, öyle ki şiiri beklenmedik bir anda sıçratır, başka bir düzleme atlatır, tabii onunla birlikte okur da beklemediği bir düzleme geçer. Bu aslında bir akıl yarılmasıdır. Akılda bir gediğin açılmasıdır; oradan beklenmedik, yeni ve hatta aslında bilinmedik gerçeklikler orta çıkıp görünür hatta elle tutulur olur. Şiirde imge hem sesle, hem ritimle, hem tempoyla hem de hız ya da yavaşlıkla bağlantılıdır. Ve elbette ki yapısının bağlamıyla da. Zira şiirin yapısının şiirin bütün(cül)lüğünün esası olduğunu, birbirleriyle girift bir ilişki içinde olan bir sürü bilinen ya da bilinmeyen öğeden oluştuğunu kabul edersek, her parça bu bütüne göre kendi anlam ve bağlamını bulur. İşte bu anlam ve bağlamın dışına çıkan her “hareket” şiiri taşırır, aşırılaştırır. Bu da aslında “normal” olanı bozmak, onu öngörülemez kılmak, yeni gerçekliklerin neşet edeceği sıçramalar yaratmak demek “anormalleştirmek” anlamına gelir. İyi şiir, şiirin genel bağlamından, demek hazır şiirselliğin bağlamından kopup yeni bir bağlama yerleşen, düzleme çıkan şiirdir. O beklenmedik olandır.
Yapının bağlamını yırtıp atan, paramparça edendir. Burada şiir bilinmedik doruklara çıkar, yükselir.Nietzsche, ‘Tragedya’nın Doğuşu’ adlı kitabında iki tanrıdan, Apollon ve Dionysos’tan söz açar. Bu iki tanrıyı sanat alanına uygulayarak birbirleriyle oluşturdukları karşıtlığı göstererek sanatı değerlendirir. Apollon güzellik, denge ve ahengin tanrısıdır. Bir anlamda geometrik bir mükemmelliği simgeler. Dionysos ise şarap, esriklik, coşku tanrısıdır, dengeyi gözetmez de aşırılığı, canlılığı ve coşkun yıkıcılığı ön plana çıkarır. Apollon için yapı en temelde yer alırken, onsuz sanat ya da şiir düşünülemezken Dionysos kendisini sınırladığını, içine hapsettiği düşündüğü yapıyı zorlayıp taşırır, sınırlarını ihlal eder ve organik yaşamsallığa dalar. Yaşam elbette güzel olduğu kadar tekinsiz ve beklenmediktir. Denge kadar dengesizliklerle doludur. Denge dediği gibi geometrikken, aşırılık aritmetikseldir. Bu noktada Apollon için metalik bir kusursuzluk diyorum, Dionysos ise kusurlu da olsa organik bir yaşam demektir. Böyle bakılınca çağımızda Apollon’un kapitalist sömürgeci ekonomik sisteminin mecazı, Dionysos’un ise muhalif, anarşist ve öngörülemez yaşamsal atılımların temsilcisi olduğu su götürmezdir. Dionysos öngörülemez bir taşkınlık, aşırılıktır. Ama yaşama doğru bir atılmadır aynı zamanda. Ben Dionysos’tan yanayım.
Bu çerçeveden bakıldığında bizim şiirimizin Apolloncu olduğu söylenebilir: Yahya Kemal’in geometrik, yapısal ve deruni ahenk peşinde koşan şiirleri modern şiirimizin yönünü belirlemiştir diyebiliriz. Tabii onun yanında, ona karşı bir başka kurucu şairimiz vardır ki, Ahmet Hâşim’dir, o daha çok kimyasal, demem o ki duyguların ve ruh halinin görünür kılınmaya çalışıldığı şiirlerin şairidir. Bu açıdan bakıldığında Kemal Apolloncuyken Hâşim Dionysosçudur. Ne kadar olabilirse o kadar tabii; belki şöyle söylemek gerekir: Şiirimizde pek de hâkim olmayan Diyonizyak şiirin kanalını Hâşim açmıştır.Dünya şiiri ve düşüncesinde ilk Diyonizyak açılım Romantizmdir. Aklın metalik soğukluğundan çok duygunun ve aşırılığın sıcak temaşasına bağlıdır Romantizm. İnsanın kendi derinliklerine inişinin ilk tezahürlerinden biridir. Batı- -belki de benlik bilinci daha önce gelişmiş olduğundan – bizden daha önce kendi “sınırlı” varlığının fakına varmış, kendi derinliklerine inmiş ve kendini aşmaya çalışmıştır. Bu da sınırları yıkmadan, onları zorlamadan olacak iş değildir. Düşünce ve şiir ihlallerle ilerler. Hata yapmayı göze almadan yeni bir şey söyleyemezsiniz. Batı hep kendini yıka yıka, demek aşırılaştırarak ilerlemiştir. Dışavurumculuk, dadacılık, gerçeküstücülük, varoluşçuluk, situasyonizm vs hepsi aşırılıktır, Aşırılaştırarak genişlemedir. Gerçeklik ve insan algısı/varlığı böyle genişlemiştir.
Bizde şiir alanında 20. yüzyılın başlarında Ercüment Behzat Lav’ın dadacılık ve gerçeküstücülükten esinlenerek şiirler yazması, bizim şiir geleneğimizin bağlamının dışında kaldığı, yani geleneğimizin içindeki anlaşılır bir tepki olmadığı için aşırılık sayılmaz. Çünkü Türk şiir bağlamının içinde yer almaz. Garip aşırılıktır; bütün bir geleneği yerle bir etmeye kalkışmıştır. Bir anlamda kopuştur. Bu kopuştan sonra zemin temizlenmiş, bu zeminin üstüne İkinci Yeni gelip yerleşmiştir. Ama gene de bu ilk anda aşırılık gibi görünen atılımlar Türk şiirinin yerelliği içinde kalan cılız girişimlerdir. Dünyaya bir şey söylemez. İçe kapalıdır. Demem o ki bizim şiirimizde aşırılık pek görülen bir şey değildir. Belki birkaç şairin birkaç şiirinde istisnai olarak vardır. Yine Süreya’nın müthiş şiiri ‘Beni Öp Sonra Doğur Beni’den, bu şiiri “taşıran” dizeyi örnek vererek bu yazıyı bitireceğim. Dize şu: “Taşarak evlerin taraçalarından/ gelip sesime yerleşiyor.” Bir de şu. Bu yazıyı haftaya 90’ların en önemli şairlerinden, bence şiirimizde diyonizyak şiirin ilk temsilcisi Levent Yılmaz yazısına bir girizgâh olarak yazdım. Şimdilik bu kadar.