Yoksa sol melankoli mi demeliydim? Ya da yenilmişlik duygusunun yarattığı melankolinin fetişleştirilip, sonra da yüceltilip teşhir edilmesi mi? Ya da yenilmişlik duygusunun yarattığı ‘yas’ ve acı duygusuna yaslanıp oradan kendine kendini yeniden ayakta tutabileceği, bu yeni kimlik tanımıyla hayatını anlamlandıracağı bir varlık, bir anlam bulma çabası mı? Tabii bu icat edilen ve ihtiyaç duyulan bu yeni kimlikle kendisine yeni bir yaşam biçimi, varoluş tarzı, dünyayı anlamlandırma ve bütün bunların üzerine bir haklılık bulma arzusu mu? Bütün bunların birbiriyle elbette ki kendi içinde mantıklı bir bağlantısı var: Önce yenilmişlik duygusu, sonra yas ve acı duygusu, sonra yeniden ayağa kalkma, kendisini ve hayatını anlamlandırma isteği, bütün bunların sonucunda da kendisine yeni bir kimlik yaratıp ona sığınma, kendisini bu yeni kimlikle ifade ve var etme girişimi. (İnsan bir şekilde içgüdüsel olarak hayatta kalma gücü bulmak zorundadır. Bu gerçekten de olmak ya da olmamak sorunudur.) Bu solun ya da başkaldırının yenilmişlik duygusunun bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde yol açtığı bunalımın matematiğini bir nebze de olsa ortaya koyuyor diyebiliriz.
İletişim yayınlarından yayımlanan Enzo Traverso’nun ‘Solun Melankolisi: Marksizm, Tarih ve Bellek’ (İstanbul, 2018) adlı kitabı bu durumu ve ruh halini çok geniş olarak ele alıyor, inceliyor, tarihte izlerini takip ediyor. Kitabın 89. sayfasında şöyle diyor Traverso: “Komünizm yıkıldığında, iki yüzyıla yakın zamandır onu Prometeci bir güç yahut avutucu bir dayanak olarak destekleyen ütopya yok olmuştu artık; tükenmiş bir manevi kaynağa dönüşmüştü. Solun ‘hissiyat yapısı’ ortadan kaybolmuştu ve yenilgiden doğan melankoli kendini aşacak bir şey bulamıyordu; böylece bir boşluğun önünde bir başına kaldı. Boşluğu, yaklaşan –bireyci olduğu kadar kinik- neoliberal dalga doldurdu.” Bu durumun hayatın her alanında olduğu gibi sanat ve şiirde de bir yansıması oldu. Ülkemizde de oldu bu ve çok belirgin ve yıkım derecesine varan bir sarsıntıyla yaşandı. Ne var ki özellikle ülkemizde bu ruh hali içinde olanlar bu durumun koşullarına diklenmek, ona karşı koymak, yeni başkaldırı biçimleri aramak, umudu yaratmaya ve yaşatmaya çalışmak yerine bu duruma boyun eğdiler. Yaslarına ve acılarına gömüldüler. Yaslarını ve acılarını fetişleştirdiler. Bu ‘acıyı bal eyleyip’ acılarından nemalandılar; acılarından beslendiler ve hatta acılarını sömürdüler. Koşulların edilgin birer ürünü olmakla yetinip bu yeni koşulların onlara dayattığı yeni varoluş koşullarına uyarlanıp solun yenilmişlik duygusundan bir tür rant elde etme yoluna gittiler. Bir arkadaşım ‘acıyı taşlamak’ diye bir tabir kullanır: Evet, acılarını taşladılar, onu sürekli canlı tutup ondan beslendiler. Onu bir yaşam ve varoluş biçimi olarak benimsediler. Bununla kalsaydı gene de iyiydi: Dediğim gibi ondan nemalandılar. Sol duyarlığı ve sola eğilimli insanların duygularını kullanıp talan ettiler. Bundan da maddi kazanç elde edip saygınlık kazandılar.
Ülkemizde bu ruh halinin en yoğun ve yaygın olarak yaşandığı yıllar 80 askeri darbesini takip eden yıllardı ve bu etki ve ruh hâlâ devam ediyor. Ülke düzeyinde yaşanan bu umutsuzluk ve yenilmişlik duygusu komünizmin çökmesiyle, dünyanın kapitalistlere kalmasıyla daha da pekişti. Artık kapitalizmi dengeleyecek, ona karşı diklenecek hiçbir şey kalmamıştı. 80’lerle birlikte ülkemizde toplumcu şiirin ve şairlerin önü kesilmişti. Binlerce insan hapse atılıp işkence görmüştü, sadece düşünsel olarak değil yaşamları da ezilmişti. Acımasız yıllardı o yıllar. Bir halk gerçekten de acıyı ve umutsuzluğu somut olarak tecrübe etmişti.
Peki bu duruma karşı sanatın, müziğin, özellikle de şiirin tavrı ne oldu? Yenilgiyi kabullenme, acıyı fetişleştirme, sol duyarlığın kötüye kullanılması, acının sömürülmesi görüldü. Özellikle şairler bu tuzaktan kurtulamadı. Acıyı dediğim gibi kötüye kullandılar.
Şimdi gelelim yazının ‘asıl’ ve örnek oluşturan meselesine: Yıllardır ‘şiir’ yazmasını beklediğim Şükrü Erbaş yeni bir şiir kitabı daha yayımladı. Kırmızıkedi Yayınlarından. Adı: İnsan Bir Eksik Sözdür. (Erbaş kitaplarının çok satmasından da cesaret alıp neredeyse her yıl bir şiir kitabı çıkarıyor.) Onu okuyanlarda ‘toplumcu şair’ imajını uyandırıyor, kendisi de bu rolü oynuyor. Halbuki kendisi koşulların basit bir uzantısı, üstelik bu koşullardan yararlanıyor. Sol duyarlığın hassasiyetlerini manipüle ederek, sol deyişleri ve söyleyişleri kullanarak insanların duygularından yararlanıyor. Adı bile (kasten) arabesk kokan kitabından vereceğim birkaç örnek ne demek istediğimi daha da net olarak size gösterecektir. “Tanrım/ Ne zaman bağışlayacaksın bizi/ Ne zaman çekip alacaksın/ Bu yaralı belleği hayatımızdan?” (s. 15) “Biz hepimiz/ Birer yalnızlık şarkısıyız/ İçimize bakarak/ Dört yaramızın üstünden/ Aşk yaramızın/ Umut yaramızın/ Korku yaramızın/ Unutma yaramızın…/ Dünyaya tutunmaya çalışıyoruz.” (s. 19) Bu iki örnek yeter. Kitabın tamamının nasıl böyle edilgin ve ‘ağlak’ bir dille yazıldığını bu iki örnek yeterince gösteriyor sanırım; yoksa bütün kitabı burada kopya etmek gerekecek. Bu tür şairlerin kullanmayı en çok sevdiği sözcükler bu iki kısa alıntıda da var. Örneğin: Yara, yaralı, yalnızlık, tutunmak, bağışlamak, bağışlanmak. Bütün bunlar arabesk ve taklit ve yapıntı bir duyarlığın göstergesi ve kanıtı. Bu sözlerle gerçekten yıkımı iliklerinde hissederek yaşamışları kast etmiyorum. Benim kast ettiğim bu hisleri gerçekten yaşayanların duygularını ‘kasti’ ve bilinçli bir şekilde kullanarak, sahte bir duygudaşlık yaratarak Şükrü Erbaş gibi bunlardan haksız kazanç ve itibar elde edenlerdir. Bu tip şairler, insanların kanını emen vampirleri andırıyor. Kurbanlarının kanlarından (burada samimi duygularından) beslenerek nemalanırlar. Hepsi de yılmaz bir Nâzım’cıdırlar. Nâzım’dan çok Nazım’cılardır hem de. Onun toplumdaki saygınlığının şemsiyesinin altına girerek kendilerine yer edinirler. Öyle ya Şükrü Erbaş bir ara 500 Euro karşılığında bir turizm acentesinde, Nazım Hikmet’in Avrupa’da gittiği yerleri gezdiren bir rehber olarak da iş görmüştü. Düşünün: Nâzımcı olduğunu iddia eden bu tip şairler ticari bir faaliyette Nâzım’ı kullanarak maddi kazanç elde ettiler. Üstelik itibar elde ettiler. Üstelik bunun fark edilmeyeceğini, fark edilse de unutulacağını ya da umursanmayacağını sandılar. Ne yapsak olur zannettiler. Yuh olsun! İnsanların duygularını manipüle edip duygularla oynamaktan başka nedir ki bu! Üstelik kendilerini “devrimci” olarak lanse eden bu şair, bırakın şiirde devrimci olmayı, sadece devrimci klişeleri kullanarak ortalama beğeniye hitap eden, hiçbir yeni biçimsel ya da yapısal arayış içinde olmayan, hazır klişelerin ve söyleyişlerin verdiği rahatlık içinde devinen, yıllarca aynı şiiri çoğaltıp duran bir zat. Halbuki devrimci şiir ilk önce var olan kabul görmüş şiire başkaldıran, onun yapısını ve klişelerini yıkan şiirdir. Şükrü Erbaş’ın şiirinin duygucu/duygusalcı popüler şiirden hiçbir farkı yoktur maalesef. (Örneğin arabesk olmaktan çok taverna şairleri denebilecek Yusuf Hayaloğlu vb. şairler böyledir. Hayaloğlu, şiirimizn Ahmet Selçuk İlkan’ıdır dense yeridir.) Şiir üzerine kafa yorduğunu hiç sanmıyorum. O zaten “çok satan” tutucu şiirinin verdiği rahatlıkla kolayca kendini çoğaltıp her yıl bir “kitap” yazıyor nasılsa. Bu kitaplarda çok satıyor nasılsa. Şükrü Erbaş’ın temsil ettiği bu şiirin muhafazakâr İslamcı kesimde de karşılığı var. ‘Hidayet’ romanları ve şiirleri yazarak insanların dini duygularını kullanıp ticari başarı elde edenler ile sol duyarlığı kullanarak ticari başarı elde edenler arasında hiçbir fark yok. Her ikisi de aynı ‘etik umursamazlığın’ temsilcisi. Birisinin çıkıp “kral çıplak!” demesi gerekiyordu. Dedim.