Şiir başlangıçtan beri her zaman aşırılıktı; 19. yüzyılın sonlarında içedönük, duyarlığa yönelmiş bir aşırılıkken, şimdi günümüzde daha çok biçimsel ve yapısal bir aşırılık haline geldi. Böyle bir gelişmede insanın ruhani olarak geri çekilmesinin, duyarlılığının aşınmasının, özgün deneyimler yaşamasının önündeki engellerin artmasının ve her şeyin, giderek dünyanın giderek zihinselleşmesinin payı olduğunu söylememiz şart. Dünya eskiden temas edilen, tecrübe edilen, algılanan bir somutlukken giderek buutunu kaybederek soyutlaştı, kavramsallaştı. Bu da somuttan fışkırması gereken şiirin dirimsel/lik enerjisini kaybederek solgun bir yapısallığa düşmesine, rengi uçuk bir surete dönüşmesine neden oldu. Hayat yok oluyor, ya da metinselleşiyor, kavramlara boğuluyor. Neredeyse kanımız akmıyor.
Bütün bunları niçin söylüyorum şimdi? Şundan: Dünyanın bütün beşeri anlamlarını yitirip sadece yerküreye, gezegenlerden bir gezene dönüştüğü, ruhsallığı yerini kavramsallığın, insanlığın yerini metalleşmenin, dijitalleşmenin, klonlanmanın, insanın makineleşmesinin aldığı bu çağda insanın etle kemik gibi bir dirimsel canlı olduğu, zaaflarıyla ve başarılarıyla bir varlık olduğu, doğadan bu kadar uzaklaşmayıp aslında onun bir parçası olduğu bilincine sahip olduğu zamanların duyarlığına ve duygusuna vurgu yapmak, bu hakikati geri çağırmak için. İnsan bir proje değil, bir canlıdır. Oysaki bütün teknolojik gelişme insanın canlılığını sakatlama, onu mükemmel bir makineye dönüştürmeye yönelik gibi görünüyor. Bu çok tehlikeli ve metal hijyenine sahip bir durum. Metal soğuk ve cansızdır. İnsan sıcak ve canlıdır. Bunu hatırlatmak için. Ve elbette bütün sanatlar gibi şiirin, en başta da şiirin, insan dirimselliğinin yegâne göstergesi ve kanıtı olduğuna inandığım ve bunun sürmesi gerektiğini düşündüğüm için. Her ilerleme gelişme değildir. Hele teknolojik ilerle bir gelişme olmadığı gibi, insanlık için büyük bir tehlike oluşturan bir olgudur. Teknoloji ölümden yanadır, insana düşmandır.
Bütün bunları bana yeniden düşündüren, çağrıştıran kitap Ahmet Soysal’ın hazırladığı ve MonoKL yayınlarından Nisan 2019’da çıkan ‘Mistik Taç: Nerval, Baudelaire, Rimbaud, Mallarme’ adlı eser. Kitapta Soysal’ın dört şair için yazdığı birer inceleme ile her şairden 24 şiir çevirisi yer alıyor. Bilmem bilinçli mi yoksa tesadüf mü, tam da insanın insan olma özelliğini yitirmeye yüz tuttuğu bir dönemde yayımlanan bu kitap insan varlığının temel ve asli hallerini açığa vurması bakımından önemli. Kitapta Soysal’ın ilk ele aldığı şair, Paul Verlaine’in tanımlamasıyla ‘Lanetli Şair’lerin ilki denebilecek olan Gerard de Nerval. Nerval bilindiği gibi, kimilerine göre bir sokak lambasına, kimilerine göre pencere demirlerine kendini asarak yaşamına son veriyor. Şiirin henüz şairin hayatında hayati bir önem taşıdığı o mutlu ve dolu zamanların şairi hayatı boyunca akıl hastalıklarıyla mücadele etmiş, araftaki şairlerden biri. Fransız Romantizminin ilk ve en önemli temsilcilerinden olan Nerval şiirinde mitos’la düşleri birbirine kaynaştırmış, hatta karıştırmış; öyle ki çoğu zaman gerçekle düş birbirinden ayırt edilemiyor. Nerval, anlaşılıyor ki, bu dünyada kafasının içindeki dünyada yaşayarak bir sürgün hayatı sürmüştür.
Soysal, daha sonra, ilk modern şair ve ilk modern eleştirmen olarak nitelendirilebilecek modern şiirin kurucusu ‘Lanetli Şair Charles Baudelaire’i ele alıyor. Baudelaire, yaşadığı dönemin toplumsal koşullarını ve yaşam tarzını, insan ilişkilerini şiddetli bir şekilde eleştiriyor. Şiirin kendi bağımsızlığını kazanmasında öncü rol oynayan Baudelaire, “Kötülük Çiçekleri” adlı şiir kitabında arka sokakları, fahişeleri, dışlanmışları, kötülüğü ve elbette ki kötülüğü barındıran güzelliği ele alıyor. (Ki bu kitap müstehcen olduğu gerekçesiyle zamanında toplatılmıştır.) Baudelaire sadece şiirin değindiği konuları tersyüz etmekle kalmamış, dili zorlamakta gösterdiği inat ve ısrarla da dikkat çekmiştir. Evet, kötülüğü, çirkinliği, kiri şiire ilk defa sokan odur, kapitalizmin görüngüleridir bunlar, ama şair sadece gününe ve çağına naive bir şekilde karşı olmakla kalmamış, bu karşıtlığı şiirinde de gerek yapı gerek biçim gerekse de içeriğiyle ortaya koymuştur: ‘Özden Günceler’de şöyle diyor: “Hangimiz, ihtiras günlerinde, ritim ve kafiye olmaksızın müziksel, nefsin lirik devinimlerine, düşlemenin dalgalanmalarına, bilincin sıçrayışlarına uymak için yeterince esnek ve yeterince karşıtlık yüklü bir şiirsel düzyazının mucizesini düşlemedi ki?” Baudelaire’in düzyazılarını, özellikle de ‘Paris Sıkıntısı’nı düzyazı şiir olarak rahatlıkla okuyabiliriz. Burada şair şiirin kafiye ve ölçü gibi prangalarından kurtularak kendini özgür ve tesadüfi çağrışımların kucağına atma gözü pekliğini gösterir. Baudelaire, belki de o zamana dek ilk kez bilinçaltının dehlizlerine girmeye cesaret etmiş ilk şairdir ve ondan öğrenilecek hâlâ dâhi çok şey vardır. O benim ‘lanetli’ kardeşimdir.
Soysal, üçüncü olarak, Arthur Rimbaud’ya temas etmeye çalışıyor, ki Rimbaud bütün bu şairlerin içinde en aşırı giden şair olmuştur. Öyle ki şiir ile hayat arasındaki ayrımı tamamen kapatmış, şiiriyle sadece hayatı değil kendisini de dönüştürmeye çalışmıştır. Paul Demeny’ye yazdığı 15 Temmuz 1871 tarihli mektupta, ki henüz 17 yaşındadır, şu dehşet verici sözleri yazar: “Şair, bütün duyuların uzun, kocaman ve düşünülmüş bir düzen bozulmasının yoluyla kendini görünür kılmaktadır.” Şairin amacı akıl almaz deneyleri sadece dilde değil, kendi varlığı üzerinde yapmak, algılarını bozmak, duygularını deforme edip başka bir algıya ulaşmaktır. Ancak böylelikle bilinmez’e ulaşacağını düşünmektedir. Bu isteği bakımında Rimbaud insanın sınırlarını çok zorlamış, hatta günaha girmiş, kendi biyolojik ve ruhsal temellerini sarsmıştır. (İnsanım diyen insan kendine bunu yapmaz.) Bu devasa çılgın çaba aşağı yukarı altı yıllık şairlik uğraşında korkunç noktalara ulaşmasını sağlamış, bu büyük şair bütün Batı ve hatta Dünya şiirinin akışını değiştirmiştir. Daha 16 yaşında şiirler yazmaya başlayan ve 22’sinde şiirin olanaklarını bitirdiğini düşünerek bırakan Rimbaud klasik şiir formlarıyla yazdığı mükemmel şiirlerin ardından, bu formların onun ifade özgürlüğünü engellediğini düşünerek, düzyazı şiirler yazmaya başlamıştır. ‘Cehennemde Bir Mevsim’ ve ‘Illuminations’ adlı düzyazı şiir kitaplarıyla sanki aynı anda algıladığı bütün algıları aynı anda ifade etmeye çalışmış, ifade ediş biçimlerinde sıralamayı (ifadenin hiyerarşisini) bozmuş, bütün varlığı aynı anda bütün yönleriyle görünür kılmaya çalışmış gibidir. Çok zeki olduğu ölçüde bir o kadar da yetenekli olan Rimbaud şiiriyle hayatı ve insanları dönüştürmeye çalışmıştır. Onun için şiir, bir tür silahtır. Zaten 22 yaşında şiiri bıraktıktan sonra şiirindeki aşırılıkları kendi hayatında yaşamış, esir ticaretinden silah kaçakçılığına kadar sayısız iş yapmıştır. Böyle bir hayatın 36 yılda bitmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Aşırılık öldürür. Ama işte şiir de aşırılık ister.
Soysal’ın zikrettiği son şair ise ‘sanat sanat içindir’ anlayışının ilk temsilcilerinden doğaüstü şair Stephane Mallarme’dir. Mallarme, sadece kendisi olan, kendisinden başka hiçbir şey olmayan, hiçbir yere göndermeyen, hiçbir şey çağrıştırmayan, atomik, kaskatı taş gibi bir şiire ulaşmak istiyordu. Amacı şiirin saltt şiir olarak var olması, kendisinden başka hiçbir şeyin sözcüsü olmamasıydı. Bu “sanat ttoplum içindir” anlayışına karşıt bir anlayış değildir. Bu dürüstlüktür. O da iyi biliyordu ki şiir sadece kendisi kalarak toplumsal işlevini yerine getirebilir. Bu işte şiirin özerkliğinin, başka bir şeye hizmet etmek zorunda olmadığının bir nevi ilanıdır. Mallarme belki de bu dört şairin içinde imkânsız olanı en çok isteyen ve belki de ona en çok yaklaşan şairdir. ‘Zarla Şans Dönmeyecek’ adlı eseri dünya şiir tarihinin en mucizevi eserlerinden biridir.
Peki, ülkemizdeki şiirin serüvenine bakarsak, bunca çile çekmiş bu dört Fransız şairinin macerasına benzer bir macera yaşayan Türk şairi var mıdır? Yoktur. Belki ancak bu maceraları anımsatan şiirler ve şairler vardır. Ki bunlar arasında Cemal Süreya’nın ‘Beni Öp Sonra Doğur Beni’ adlı şiirini, Mustafa Irgat’ın tamamını, aşırılığa gidişiyle Ahmet Güntan’ı ve uysal ama çok derin (krater kadar derin) Sami Baydar’ı sayabilirim. Önce birey bilincine sahip olacaksın ki, sonra sınırlarından taşmaya çalışacaksın. Bu bakımdan aşırılık Türk şiirinde pek de eski bir şey değildir. 90’larla birlikte ortaya çıkmıştır. Birey bilincine sahip olmaya mecbur bırakıldığımız bu yeni küresel çağda.
a