Önemli ama üzerinde pek de düşünülmemiş bir soru (ya da günümüzde artık üzerinde daha da fazla düşünmemiz gereken bir soru): Bir şiirin şiir, bir romanın roman ya da bir resmin resim olduğuna neye göre, nasıl karar veririz? Diyelim bir şiir okuduk: Bu şiiri neye göre beğenir, neye göre onun “şiir” olduğunu kabul ederiz? Hemen cevap vermeye çalışayım: Birtakım ön kabullere, uzlaşılmış kriterlere, genel beğeniye ve genel olarak artık sadece piyasanın belirlediği güzellik anlayışına göre. Tabii bu genel beğeninin belirlenmesinde daha önceleri eleştirmenlerin, yazarların, okuyucuların, genel olarak edebiyat ya da sanat çevrelerinin de belirli oranda etkisi vardı. O vakitler edebiyat ya da sanat daha işin içinden kişilerin tavır, davranış ve görüşleriyle de belirleniyordu. Oysa şimdi bu işi daha çok yayıncıların ve piyasanın üstlendiğini kabullenmekten başka çaremiz yok. Acı ama gerçek işte. (Özellikle sadece artık tanıtım yapmaya yönelmiş, eleştiriye hiç de yüz sürmeyen yazıların yayımlandığı kitap dergilerini düşününce bu daha da netleşiyor. Kitap dergilerinde sadece reklam veren büyük yayınevlerinin kitapları tanıtılırken ekonomik bakımdan güçsüz ama idealist küçük yayınevlerinin çabaları görmezden geliniyor. Yani kitap ekleri genel beğeninin ve “sanat kurumu”nun oluşmasında ve egemenlik kurmasında kilit bir rol oynuyorlar.)
Peter Bürger, Avangard Kuramı (İletişim Yayınları) adlı kitabının 45. sayfasında şöyle diyor: “Sanat (veya kültür) kurumu. Marcuse’de, işlev adını vermiş olduğumuz şey (eleştirel niyet ile olumlayıcı etkinin birliği) artık sadece iki etkene (düşünsel içeriğin taşıyıcılarının gerçek durumu ile düşünsel içeriğin kendisine) bağımlı değildir, üçüncü bir etkene de bağımlıdır: Burjuva toplumunda sanatın hayat pratiğinden uzaklaşarak kazandığı statüdür bu. Bu statü (sanat kurumu), tekil eserlerin üretilme ve alımlanma koşullarını oluşturur.” Devamla: “Tekil bir sanat eseri, her zaman, gerçek etkiyi önemli ölçüde belirleyen, önceden verili kurumsal koşullar dâhilinde alımlanır. Hatta, modelde sanat kurumunun (özerkliğin) kilit konuma yerleştiği ve eserin gerçek toplumsal işlevini belirlediği bile söylenebilir.” Bu çok çok önemli satırlara göre daha sanatçı ya da yazar eserini yaratmadan önce sanat/edebiyat/kültür kurumunun yönlendirmelerine, koşullandırmalarına ve hatta belirleyiciliğine maruz kalır. Öyle ki yazar/sanatçı sanki daha eserini yaratmadan önce belirlenmiştir ve bu belirlenmişliklere göre yaratır. Tabii, alımlayıcı da bu sanat/edebiyat/kültür kurumunun kriterlerine boyun eğerek alımlar. Bir eserin gerçek anlamda bir eser olup olmadığına farkında olmadan sanat kurumunun dikte ettiklerine göre karar verir. İşin ilginç yanı, yazarlar için de sanatçılar için de sanat kurumunun bu direktiflerine göre yazmak/yaratmak kolaylaştırıcıdır ve bu şekilde genel beğeniye daha çok seslenerek büyük başarılar da kazanabilir. Ama yarattığı eser ne ölçüde gerçek bir eser olacaktır, orası her zaman tartışmalı kalacaktır.
Ben bu sanat kurumuna başlıkta da dediğim gibi sanatın hapseden dört duvarı diyorum. Genel beğeninin dışında durmak, alımlayıcıyı sarsmak, yeni bir şeyler söylemek isteyen yazar/sanatçı kendiliğinden bu dört duvara toslayacak, sağını solunu sakatlayacak, başını gözünü kanatacaktır. Güvenli yollardan uzaklaşacak, karanlık dehlizlere girecek, patikalarda, uçurum kenarlarında dolaşacak ve sınırları zorlayacaktır. Bu anlamda mecburen avangard olacaktır. (Avangard esasen askeri bir terimdir ve öncü birlik anlamına gelmektedir. Buradan sanat terimine dönüşmüştür.) Avangard olan genel beğeniyi umursamayacak, yeni söyleyiş biçimleri ve yordamları arayacak, klasik kabul görmüş yapıları bozacak, öncü olmanın getirdiği bütün tehlikeleri ve elbette ki yaralanmaları, sakatlanmaları da yaşayacaktır. Avangard hayati risklere giren kişidir. Siperden en önce çıkanlar her an vurulabilir. Ama bunu göze almadan da kazanmanın bir yolu yoktur.
Ülkemizde böyle yeni açılımlar yaratan iki öncü şiir hareketinden burada söz etmemek olmaz. İlki, elbette ki Garip’tir. Üç kafadar arkadaş Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat o zamanın genel beğenisine, kabullerine, alışkanlıklarına tamamen aykırı şiirler yazmaya başladıklarında tabii ki başlangıçta büyük itirazlarla, hakaretlerle hatta alaylarla karşı karşıya kalmışlardı. O döneme dek şiirimize önce aruz, o dönemde de hece ile yazmak bir itiyat ve neredeyse gizli bir uzlaşmaydı. Öyle yazmak daha kolay, daha risksizdi ve tabii rahatça kabul görmenin yolu buydu. Peki ama bu genel beğeniyi karşılayan şiirler yeni çağın ihtiyaçlarına, okuruna cevap verebiliyor muydu? Hayır! Bu üç gözü pek kafadar, bu üç avangard şiirde bir devrim yaptılar. Eğer genel statükoyu sürdürselerdi şiirimiz bugünkü günlere gelemeyecekti. Devrim bir şimşek çakması gibidir. Yoğundur ama kısa sürer. Garip daha sonra yaratıcılarının da dönüşmesiyle birlikte evrim geçirdi.
Ama bir kere şiirimiz nefes almıştı arık.
Diğer bir atak, herkesin bildiği gibi II. Yeni şiir hareketidir. Tek parti iktidarının çökmesi, çok partili sisteme geçiş ve Adnan Menderes’in iktidara gelişiyle oluşan görece özgür bir ortam sanırım II. Yeni’nin toplumsal altyapısını oluşturmaktadır. Kapitalizme yönelinmesiyle bireyselleşmenin uç vermesi, kent hayatının yükselmesi, tek anlamdan çok-anlamlılığa geçiş (bu da dilde ve muhayyilede görece bir özgürleşmeydi), dünyanın zamanına daha bir yakınlaşma II. Yeni’ye hız verdi. Dilde ve yapıda ve sözdiziminde küçük çaplı devrimler oldu. Bu hareket de neredeyse başlangıcından itibaren büyük ve şiddetli bir muhalefetle karşılaştı. Reddedildi, görmezden gelindi. Neden? Genel beğeninin ve ön kabullerin, o zamanki “sanat/edebiyat/kültür” kurumunun dışında ve ona aykırıydı da ondan.
Sanat kurumu’nun statükolaşmasının yanında bir de tek tek şairlerin kendi şiirlerini kurumsallaştırması da var. Bunlardan söz etmeye gerek bile duymuyorum. Bu sanatçılar kendi buldukları yatağa iyice gömülüp, sanatlarını kurumsallaştırarak keyiflerine bakıyorlar. Yeni arayışlara hiç girmiyorlar. Yetiniyorlar.
Peki ülkemizde egemen olan sanat/edebiyat/kültür kurumuna göre, ülkemizdeki şiir, roman ya da resim kimlerden neşet etmektedir, nasıldır, nedir? Tabii ki büyük yayınevleriyle gazetelerin ve medyanın belirlediği, öne çıkardığı, hatta çok sattırdığı edebiyattır. Örneğin romancı deyince aklımıza Zülfü Livaneli, Ayşe Kulin, Nazlı Eray, Buket Uzuner, Elif Şafak, Azra Akilah Kohen vb isimlerin gelmesi, edebiyat ortamını bu isimlerin belirlemesi ne acınacak bir durumdur. Tabii sadece çok-satar kitapları da belirlemez bu kurum. İyi edebiyatın ne olduğunu da belirler. Örneğin Oğuz Atay, Tezer Özlü gibi ergen bunalımı edebiyatının temsilcileri, Türkiye’nin Kafka’sı denecek kadar abartılan Hasan Ali Toptaş, tuzu kuru spiker yazar Yekta Kopan ile Murat Gülsoy gibi isimler iyi edebiyatın temsilcileri olarak sunuluyorlar. Burda da bir yanlışlık var. Mesela Şule Gürbüz’ün çevresinde oluşturulmaya çalışılan eksantrik yazar hâlesi tamamen yapaydır. Bizim ana akım dışında kalan yazarlarımız da maalesef yeterince sağlam ve kuvvetli değil. Underground edebiyat denince akla Hakan Günday’ın, iyi polisiye denince Ahmet Ümit’in geldiği yerde edebiyattan ne kadar söz edilebilir? Özgün yazarımız çok az.
Varolan duvarlarda gedikler açmak, içeri temiz havanın ve gün ışığını sızmasını sağlamak için genel beğeniye ve sanat/edebiyat/kültür kurumunun dayattıklarına karşı durmak şarttır.