İlk elden hemen şunu söyleyeyim: Metin Kaygalak tam anlamıyla bir 90 şairidir. 90’lı yıllar şiirinin ve siyasal ortamının bütün temel karakteristik özelliklerini taşır. Nedir bu özellikler: Dünyanın tek kutuplu hale gelmesinin yarattığı derin umutsuzluk ve şaşkınlık; bunun sonucu olarak kapitalizmin ve Batı uygarlığının mümkün olan en iyi dolayısıyla en son nihai durum olduğunu savlayan ‘tarihin sonu’ safsataları; bununla birlikte bu siyasi durumun kültürel karşılığı olan postmodernizmin adetâ hükümranlığını ve alternatifsizliğini ilan etmesi; buna bağlı olarak öznenin parçalanıp yok olduğu vehmi, ilerleme ve değişim nosyonlarının iflası ve gelecek hissinin, buna bağlı olarak da ütopyaların yok olması. Bütün bunların hepsi sadece yurt içindeki gelişmelerin sonucu ‘lokal’ bir mesele değil, küresel bir yenilmişlik duygusunun yarattığı kasvetli bir ruh halinin tezahürüydü. Öyle ki ilericilik bir tür gericilik haline gelmişti, öyle yaftalanıyordu. Ki şairin kendisi de kısa bir süre önce Gazeteduvar’da kendisiyle yapılan bir söyleşide Ahmed Arif üzerinden 90’lı yıllar şairinin içinde bulunduğu ve yaşadığı çıkışsızlığı şöyle anlatıyor:
“Gelelim Ahmed Arif’le aramızdaki o uzun negatif diyalektiğe. Ahmed Arif’in politik bir özne olarak konuştuğu tarihsel, toplumsal ve siyasal koşullar ile benim konuştuğum toplumsal ve siyasal koşullar arasında bir paradigma değişikliği var. O, dünyada da giderek büyüyen genel sosyalist söylemin gövdesine eklemlenmenin hem gönencini hem de acısını yaşadı; ben 90’larda yaşanan ‘kimlik’ sorununun yıkımına uğradım. O, pozitivist ilerlemeciliğin olanağında konuşurken; ben, ilerlemenin aldatıcılığına çalıştım. O, yaşadığı acılara rağmen ümit vardı; ben, onun yaşadıklarının fiziksel olarak zerresini yaşamadığım halde kudret vaktini yitirmiş beyhude bir diğerkâmdım. O, kendi dışındaki her şeye yine de bir tahammülle bağlıyken; ben, kendi dışımdaki her şeye dünyevî bir tazmin gibiydim. O, ileriye, geleceğe hamle yaparken; ben, köklere beyhude bir yerleşme gayretiydim. O, nev’î şahsına münhasırlığın doruğuyken; ben, büyük şiire hamle yapmak isteyen ihtirasın müzmin gayretkeşiydim.” 90’lı yıllar şairinin en büyük meselesi gelecek hissinin kaybolması, ilerleme fikrinin hor görülmesiyle büyük bir umutsuzluğa gömülüp kendi varlığının altındaki zeminin kayması sonucu karşı karşıya kaldığı varlık sorunuydu.
**
Kaygalak, 1968 doğumlu. İlk kitabı ‘Yüzümdeki Kuy’u ise 1998’de yayımlanmış. Demek ki 30 yaşındaydı. Çıktığında ufak çaplı bir olay halini alan ilk kitabı yaşanmakta olan yeni dönemin (ki bu dönem 80’li yıllardan birçok bakımdan farklıydı) ruh halini yansıtıyordu. Poetik olarak da, yansıttığı meselelerle ruh hali de 80’lerden her bakımdan farklıydı. Türk şiirinde ilk kez 90’larda yoğun bir mesele haline gelen varlık sorunsalı bu şiirin de temelinde yer alıyordu. Adı üzerinde: Yüzümdeki Kuyu. Bu, kendi yüzüne bakan bir insanın yüzünün yerinde dipsiz kapkaranlık bir kuyu görmesi, sûretini kaybederek varoluşsal bir kriz yaşadığını dışa vurması demektir. İnsan 90’larda bir tür kendi varlığını, var olduğunu ispat etme sorunuyla karşı karşıyaydı. Yani tutunacak, kendi varlığını devam ettirecek tutamaklara ihtiyacı vardı. Üstelik bu sorunsal ‘lokal’ yani ülkemiz şartlarıyla sınırlı bir sorunsal değil, küresel, yani evrensel bir sorunsaldır. Çölleşen bir dünyada dolanıp duruyor gibiydik: Gelecek umudu ve sevinci yerini kapkaranlık bir kasvete bırakmıştı. Şiir de buna bağlı olarak bir sanat yapma sorunu değildi artık, aksine kendi varlığının gerçekliğinin işareti, izi olma sorunuydu.
Bütün bunlara bağlı olarak 90’larda şiir yazmak, daha öncelerde olduğu gibi bir sanat yapma sorunu değildi; demiştim. Evet, tam da böyleydi. Canhıraş bir hayatta kalma, varlığının gerçeklikte karşılığını bulma meselesiydi. Bu nedenle 90 şiiri II. Yeni’den ilk uzaklaşma sinyallerini veren şiirdir. Dile bir malzeme gözüyle değil, Heidegger’in de dediği gibi, “Varlığın evi,” gözüyle bakılıyordu. 90’lar şairi dil’de kendi varlığını kurma, var etme çabasıyla birlikte kendine bir yuva da arıyordu. (Ki Heidegger, Kierkegaard, Schopenhauer ve hatta Nietzsche gibi ‘yaşam filozofları’ –varoluşçu filozoflar- ilk olarak bu yıllarda ağırlıklı olarak dolaşıma giriyor, ilk defa bu şairler aracılığıyla konuşuyordu.) Bunun için de her bir ‘iyi’ şair, tıpkı Kaygalak gibi, sadece şiir yazmakla yetinmiyor, şiirinin üzerine oturduğu zemini, köklerini ve çizgisini kuramsal yazılarla, felsefeyle de alışveriş içine girerek, ilk defa bu dönemde inşa etmeye, oluşturmaya ve sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Bu dönemde şiirin çok daha fazla dikkatli ve titiz bir biçimde, okur tarafından keyfi anlaşılmasına izin vermeme kaygısıyla yazılması ve ince eleyip sık dokunduktan sonra şair ne demek istiyorsa o şekilde anlaşılmasına yönelik çaba gösteriliyordu. Anlaşılacağı gibi bu dönemin sahici bir ürünü ve sonucu olan şairlerinden Kaygalak da bunu yapıyordu: Karanlıkta içgüdüleriyle yolunu bulmaya çalışan, ama bu sırada yara bere içinde kalan, ama işte bu nedenle de gerçek duyularıyla gerçek deneyimi yaşayan ve bunun sonucunda da hakiki yaşantılara ulaşan her şair gibi.
Türkiyeli olarak bizler belki de ilk defa, dünyayla eşzamanlı olarak, yani dünyadan kopuk içe kapalı alışık olduğumuz hayattan ilk defa koparak ve bu şekilde de köksüzlük ve aidiyetsizlik duygusuyla karşılaşarak ilk defa birey olma bilincine sahip insanlar olduk. Birey olma bilinci kendimizi, eskiden olduğu gibi boyutsuz ve derinliksiz değil, ama üç boyutlu ve dünyada hacim kaplayan bir varlık olarak hissetmemizi sağladı. En azından artık varlık bilinci ile varlığımız arasında üstesinden gelinmesi çok zor bir çelişkinin var olduğunu gördük, bu da belki de ilk kez trajik duygusunu yaşamamıza neden oldu. Hayatımız bir perspektif, dolayısıyla derinlik kazandı, ama ne var ki hayat dünyada o sırada derinliğini ve geçmişle geleceğini yitirmek üzereydi. Bu 90’lar şairi için onulmaz bir yıkım yarattı.
Dil’de yalınlaşma ilk defa bu dönemde görülmeye başlandı. Ve dil bilinci de belki de ilk defa bu dönemde ortaya çıktı. Kapitalizmin şiirsel dili kapması, kendine mal etmesi ve kendi varlığının bekası için kullanması da bu dönemde görülmeye başlandı. Şair ilk defa bu dönemde ‘varlığın evi’ olması gereken dilin elinden çalındığını fark etti. Bu da onu yeni ifade biçimlerinin peşinde koşmaya, şiir üzerinde daha çok düşünmeye, dil ile varlık ve varoluş arasına bir zamanlarki gibi olmuş olması gereken ilişkiyi yeniden oluşturmaya sevk etti. 90’lar şairi kendinden önceki kuşaklar gibi Türk şiir geleneğinin kendiliğinden bir uzantısı olamayacağını, daha önce izlenimci bir özellik taşıyan şiirle kendini gerçek anlamda ifade edemeyeceğini fark etti. Ve yeni bir başlangıca ihtiyaç duyuyordu artık. Metin Kaygalak’ın da öncülerinden olduğu bu şairler şairanelikle yetinmeyerek ‘yaban’ bir dil peşine düştüler.