Batı düşüncesi ruh-beden düalizmi üzerinde yükselir. Bu düalizmi oluşturanlardan beden günahkârdır, ruhun ise terbiye edilmesi, hatta sindirilmesi gerekir. İkisinin örtüştüğü, ruhun bedenin canı, bedeninse ruhun evi olduğu kabul edilmez. İki karşıt uç, insan denen karmaşanın da kaynağıdır. Ben, bu ikiliği, kavram-nesne ikiliğinin temeline koyuyorum. Kavramlar nesnelerin ruhuyken, nesne kavramın bedenidir bana göre: Kavram, giysisi nesnenin.
Bu ikilik, yani kavram-nesne ikiliği, belki bir zamanlar daha çok örtüşen bu ikisi, şimdi artık birbirinden iyice uzaklaşmış görünüyor. Görünüyor değil; öyle! Nesnenin, varolan’ın özünü açığa çıkarması beklenen kavramın, nesnenin soyutlanmasının, nesneden artık eni konu kopup özerkleştiğini, postmodern durum’un gözlemlenmesi işlemi olması gereken postmodernizm tartışmaları da ortaya koydu: Ruh, bedenden özerkleşmiş, beden ruh tarafından terk edilmiş: Metruk beden! Aynı mantık silsilesiyle: Kavram, nesneden uzaklaşmış, nesne kavram tarafından terk edilmiş: Metruk nesne! Metruk beden, imgeleşmiş insan demekken, metruk nesne imgeleşmiş gerçeklik demek değil midir? Öyledir. Öyleyse, şuna kadar varabiliriz: Sorun, ontolojik bir kaymadan kaynaklanmakta, -ki zaten düalizm ontolojik kökenlidir.
“En büyük anlatı: Kültür”ün zaten ta kökünden dünya ile insanın dinamikleri arasında uyumsuzluk ve örtüşmezlikten kaynaklandığını, bu ontolojik kaderin ta başından insanı kendi eliyle yaptığı, evi hissedeceği bir dünyaya mahkûm ettiğini bu köşede daha önce ileri sürmüştüm. Nesne, insanın icat ettiği kavramlarla sıvanmıştır; insanîleştirilmiş, insan-dünyasının anlamlı öğeleri haline getirilmiştir. Bu şu demektir; yineleyeceğim, ısrarla: İnsan-dünyası ve karşısında (ya da dışında, her neyse) bu dünyanın kapsamadığı ‘karanlık’ başka dünyalar daha var. Ki insan-dünyası insanın yarattığı kültürün ışığıyla aydınlatıldığından ne kadar sahicidir; bu kuşkulu.
‘Yeni Bilim’ adlı kitabında Vico, “Sivil toplum dünyası kesinlikle insan eliyle yaratılmıştır” (1) sözleriyle bunu çok açık itiraf ediyor: Kültür’ün yapay, dolayısıyla sanal bir insan-dünyası olduğunu. Bu, aynı zamanda şu da demek: Varolanları adlandırır; bu adlandırmayla onları bizim dünyamıza mal ederiz. Artık dönüşmüşler, adlarıyla sınırlanmış, ve aynı zamanda tamamlanmışlardır. Bunu daha da öteye götürmek gerekirse, ki gerekir, dilbilim çalışmalarına, ve ondan türeyip daha sonra onu kapsayan göstergebilime dayanarak insan-dünyasının varolanlara değil de, göstergelere yaslandığını ileri sürebiliriz: Ben bunu açıkça ileri sürüyorum. Nesnelerden söz ederken aslında nesnelerden değil, onların adlarından söz ederiz: kavramlardan: göstergelerden! Adı nesnenin kendisi değil, insanın nesneyi tanımlayıp belirli bir çerçeve içinde sınırladığı şeydir. Nesne, karanlıktadır! Hâlâ! Biz dilin yapıntı dünyasında debelenip durmaktayızdır.
Dilin doğası dediğimde, varolanı karartan, özerkleşen kavramları, özerkleşen ruhu da kastediyorum: Günümüzde, yazdığım şu anda, kültür dediğimiz anlatı, zaten dışında olduğu gerçeklikten özerkliğini iyice ilan etti. Bu artık ihmal edilemez durumu içimize sindirerek, bizim de içinde nefes aldığımız bu dünyayı, kendi varlığımızı tehlikeye atarak zorlamak gerekiyor. Burada işte şiir, o ilkel söz, o kökene en yakın söze başvurmalıyız. Ki, maalesef, şiir de ilkelliğini yitirmiş, evcilleşerek, artık endüstrileşen kültürün ve onun performansa dayalı dilinin payandası olmuştur. Tüm dünyada, bu arada da ülkemizde, şiirin bunalımının temelinde bu dilsel bunalım yatıyor. Sorun, meta-dile teslim olmuş görünen bu yerleşik, deşifre edilerek teslim alınmış olan şiirsel dilden kurtulma sorunudur.
Ülkemizde bu durumun farkına varıldığını gösteren, bir ya da ikinin dışında, çok az işaret vardır. Maalesef. Şiirin dili Varlığın dili olamaz mı? Öncelikle şairlere soruyorum. İmge-insana dönüşen insanın meta-diliyle konuşan imge-şairlere. En çok onlara.
(1) Anan Raymond Williams, Kültür, Çeviren Suavi Aydın, İmge Yayınları, Ankara 1993, s. 13