Bambaşka bir yazı yazmak için masa başına oturdum, ama bambaşka bir yazı yazarken buldum kendimi. Bazen böyle olduğu olur. Bunun en büyük nedeni de Everest Yayınlarından daha çok yeni çıkmış bir kitabı hemen okumanın beni çağırdığı düşüncelere gitme ve onları dışa vurma isteği. Kitap şu: ‘Paul Celan & Martin Heidegger: Tedirgin Sohbet’. Kitap, bütün ailesi, kimi kimsesi Nazi toplama kamplarında soykırıma uğramış olan ama işte ne var ki soykırımı yapan ulusun diliyle yazan ve bu dilde kabul görmeye çalışan Paul Celan ile felsefesi ve dili tamamıyle Alman olan Nazi bir filozofun düşüncelerinin gidişli gelişli, tekinsiz ilişkisini anlatıyor. Bu çok heyecan verici kitabı hemen okumaya başladım ve önü alınamaz bir yazma duygusu beni ele geçirdi. (Halbuki ‘Şairin İmgesi ve Piyasa’ başlıklı bir yazı yazmayı planlıyordum. Bu demektir ki gelecek haftaki yazıyı şimdiden haber vermiş oldum.) Modern Alman şiiri üzerine uzman olan ve bu konuda birçok kitabı bulunan James K. Lyon’un yazdığı kitap bir tür belgesel-araştırma özelliği taşıyor. Öyle ki Lyon, Celan’ın ölümünden sonra geriye kalan kitaplığındaki Heidegger kitaplarını inceliyor ve şairin filozofun kitaplarına yazdığı derkenarları, düştüğü notları, hatta noktalama işaretlerini bile değerlendiriyor ve bütün bunların yardımı ve yol göstericiliğiyle Celan’ın filozofla ilgili gerçek düşüncelerini anlayıp göstermeye çalışıyor. Tabii, Celan-Heidegger ilişkisinin doğası
gereği çok çetrefilli, ikilemlerle dolu ve inişli çıkışlı olması çok anlaşılır bir durum. Bir kurban bir ailenin üresiyken diğeri cellat bir topluluğun üyesi. Ne var ki durum bu kadar açık, net ve basit değil. Zira ailesi soykırıma uğramış bir şair olarak Celan’ın Heidegger’in felsefesine yakınlık hissettiği, hatta onun hiçbir kitabını okumamışken bile benzer temaları, kavramları kullanıp benzer meselelerle ilgilendiği çok açık. Celan, yazdığı ilk önemli yazılardan biri olan ‘Bir Rüyanın Rüyası’ başlıklı yazısında Heidegger’in esasa ilişkin asli meselelerle cebelleştiği görülüyor: Bunlar, dünyaya fırlatılmış olmak, zamansallık meselesi ve hakikatin özünü araştırıp ortaya çıkarma arzusu. Bu ilk yazılarından biri Celan’ın daha sonraki şiir anlayışının nüvelerini taşıyor. Ne var ki Celan 1953 yılına kadar, Ingeborg Bachmann’ın ona Heidegger kitaplarını vermiş olmasına rağmen filozofun kitaplarını okumuyor. Çünkü filozofun Nazi geçmişi, bir tür cellat kavminden geliyor oluşu ve Heidegger’in o döneme kadar Naziliğini hiçbir zaman açıkça reddetmemiş, ve hatta bu konuda tamamen suskun kalmış olması ona anlaşılabilir ve mazur görülebilir bir kuşkuyla yaklaşmış olmasını anlaşılır kılıyor. Kitap Celan’ın filozofun okumaya başladığı ilk kitabından sonuncusuna kadar okuma notları üzerinden şairin filozofla düşünsel ilişkisini izliyor. Ki zaten 1967 yılına, yani Heidegger’in 77, Celan’ın 46 yaşında olduğu zamana kadar hiçbir şekilde karşı karşıya
gelmiyor ve tanışmıyorlar. Bu tarihte sadece iki günlük bir birliktelikleri oluyor. Kitap bir dönemin, hatta bugünün de önemli meselelerinden birini bir belgeselci titizliğiyle yansıtırken aslında şiir-felsefe ilişkisine de giriyor. Ayrıca Heidegger sadece Celan üzerine değil, Hölderlin ve Trakl şiiri üzerine de çok çok önemli yazılar kaleme almış bir filozof ve ona göre şiir her zaman felsefeden üstündür. Şiir her zaman gerçekliğe felsefeden daha derin bir şekilde nüfuz eder ve şiir hakiki söz’ün taşıyıcısıdır. Son dönem Avrupa felsefesinin şiiri tekrar öne çıkardığını görünce bu çabalarda Heidegger’in şiir üzerine düşünmesinin çok önemli bir yol açıcı olduğunu söylemek hiç de abartı sayılamaz. (Bu çağdaş filozofların bu konuda en öne çıkanı Fransız filozof Jacques Ranciere’dir.) Heidegger’in düşüncesine tamamıyle katılıyorum: Şiir felsefeden yola çıkmaz, aksine felsefe şiirden ürer. Ayrıca ikisi farklı farklı disiplinler olsa da birbirleriyle doğaları ve meseleleri gereği ilişkileri vardır. Ne var ki, şiirin diğer bütün felsefelerden bağımsız kendi felsefesi vardır, kendi durduğu bir yer vardır ve dünyayı sahici bulduğu bu durduğu noktadan bakarak görür. Yoksa ölüm, varlık sıkıntısı, varoluş sancısı, dünyaya fırlatılmışlık, yalnızlık vb gibi kadim insanlık meseleleri her iki alanın da ortak meseleleridir. Ne var ki yaklaşımları, yöntemleri ve varoluş koşulları birbirlerinden bütünüyle faklıdır. Bilinir (ama unutulmuş görünüyor): Felsefe kavramlarla yapılır, şiir ise imgelerle yazılır. Kavramlar düşünsel aygıtlardır, imgeler ise yaşantılardan ve temastan doğar ve ilk-anlama, dolaysız-anlama ulaşmayı hedefler. Heidegger’in söyleyişiyle Varlığı gizleyen örtüyü açar; ki Varlık hiçbir zaman olmadığı kadar gizlenmiş ve
üstü örtülmüş durumda şu anda. Bu arada şiir hiçbir felsefenin güdümüne girmez; aksine felsefe şiiri takip eder. Keşfeden şiir, ama kavramsallaştıran felsefedir. Buradan ülkemizdeki cılız da olsa bir tartışmaya bağlanmak istiyorum. Kendisi artık pek genç sayılamayacak olan bir şairimiz yaklaşık 20 yıldır şiiri felsefeye bağlama çabası içinde: Bunu yaparken de ‘felsefi şiir’ tanımlamasını kullanıyor. Bu oldukça muğlak, anlaşılmaz ve hatta gereksiz ve hatta konu dışı bir tanımlamadır. Şiirle felsefe yapılmaz, ya da bir felsefe üretilmez. Şiirle felsefe yapmak birtakım felsefi kavramları, edim, ne’lik, içgörü gibi soyut ve kitabi ve cansız kelimeleri kullanmakla mümkün olamaz. Zaten şiirle felsefe yapılamaz. Ancak şiirin bir felsefi arka planı olur, olmalıdır da. Ama şiir, kitabi kavramlardan, metinlerden değil, yaşantıların şaşırtıcılığından, temasın gerçekliğinden, somutun duyumsanmasından ayağa kalkar. BU bakımdan ülkemizdeki
bu ‘felsefi şiir’ tanımlamasını yadırgıyor, gereksiz ve hatta cahilce buluyorum. Ne yazık ki ülkemiz entelektüellerinin ve şairlerinin yeterince donanımlı olmaması, ortalığın bu tür ‘mesnetsiz’ girişimlere kalmasına yol açıyor. Kimse herhangi bir iddiayı temellendirecek, savunacak ya da yanında ya da karşısında tutum alacak bir donanıma sahip değil. Bu yüzden kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. O kadar kısır bir şiir ve düşünce ortamımız var ki vasat ama yeni herhangi bir düşünce kırıntısı bile ilgi uyandırabiliyor. Son olarak şunu söylemeliyim: Herhangi bir satış kaygısı ya da telaşına düşmeden böylesine az satma ihtimali bulunan ama bir yandan da sahip olduğu önem bakımından şair ve düşünürlerimize yardımcı olabilecek olan bu kitabı yayımladıkları için Everest Yayınlarını tebrik ediyorum. Ve en son not. Okuyucularım mutlaka bulabildiğiniz bütün Celan ve Heidegger kitaplarını okuyunuz lütfen.