Meşhur Sisifos Söylemi’ni bilen bilir: Yunan mitolojisinde, Yeraltı Dünyasında sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kraldır. Ölüler Ülkesi tanrıları onu sonsuza dek kayayı tepeye kadar yuvarlamaya mahkûm ederler; ama hedefe her yaklaşmada kaya yine gerisin geri aşağıya düşer. Öyle ki bir türlü kayayı tepenin üstüne çıkaramaz. Ama her seferinde, sonsuza dek bu işi tekrarlamaya mahkûm edilmiştir. İşte ünlü Fransız romancı ve düşünürü Albert Camus “Sisifos Söylemi” adlı kitabında bu efsaneyi “saçma düşüncesi”nin temeline oturtmuştur. Öyle ki asla tepeye çıkaramayacağını bildiği halde kayayı ısrarla tepeye çıkarmaya çalışmak saçmalıktan (absürt) başka nedir ki? Camus, insanı da, onun yaşama çabasını da işte bu efsane figürüyle özdeşleştirir. Hayat, anlamsız bir saçmalıktan başka hiçbir şey değildir. Ve bu saçmalık asla nihayet bulmayacaktır.
Ben de, hatta sanırım ülkemizin her insanı böyle bir ruh halinin içinde yaşıyor, hem de yüzlerce yıldır. Hiçbir zaman anlamlı bir yaşam süremedik burada. Tam sona, hedefe yaklaşıyoruz, bir bakıyoruz ki gerisin geri başlangıç noktasına dönmüşüz. Sonra yeniden, yeniden deniyoruz, bir şey değişmiyor. Ben doğduğum andan beri hiç gün yüzü görmedim. Ülke her zaman bir kaos içindeydi. Öyle ki bu kaos bir zinciri oluşturan halkalar gibiydi. Zincirlerden kurtulmaya çalışıyorduk, ama tüm çabamızın sonunda zinciri oluşturan halkalara yeni bir halka eklemekten başka bir sonuca ulaşamıyorduk. Bir alacakaranlık içinde yaşıyoruz sanki de hiç gün doğmuyor. Toplum olarak paralize olmuş gibiyiz.
Peki neden böyle? En önemli nedenin ülkemizin bir felsefesi olmamasıdır diye düşünüyorum. Bir planlama, bir hedef yok. Sanki rüzgârın önünde sürüklenen kuru yapraklar gibiyiz. Her yeni ve yaratıcı düşünce daha yeşermeden üstüne basılarak yok ediliyor. Bir de aklıma Etienne Boetie’nin “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı kitabı geliyor. (Bugünlerde yeniden okunmalı.) Kulluktan kurtulup birey olamadık; bir perspektiften yoksunuz; gerçeklikten uzak hayali bir dünyada yaşıyoruz, eleştirel düşünmeye ulaşamadık; en önemlisi de haklarımızı mücadele ederek kazanmadık, bize hediye edildi onlar. Bu yüzden gerçekliklerine ve önemlerine vâkıf olamadık. Mücadele ederek elde etseydik kıymetini de bilirdik. Hep her şey tepeden aşağıya hareket etti. Halbuki tam tersi olmalıydı.
Yıllar önce, ilk kitabım çıktığında, kitap fuarında katıldığım bir panelde izleyicilerden biri, “Neden şiir yazıyorsunuz?” diye sormuştu. Ben de, “Yaşadığımın belirtisi olsun diye,” cevap vermiştim. Ta o zamandan beri bu cevabım beni çok düşündürüp bağladı. Adeta ben de yaşıyorum demek için yazıyordum sanki. Ve geride bir belirti, bir iz bırakmak için, çünkü geride bir iz bırakamazsak yaşamış da sayılmayız. Benim rolüm de buydu, ki herkesin bu hayatta bir rolü vardır, yeter ki bunun fakına varsınlar ve rollerini sadakatle, dürüstlükle ve cesaretle oynasınlar. Yaşamanın hakkını versinler. Tıpkı tepeye çıkarmaya çalıştığımız ama hep aşağıya yuvarlanan kayanın, hiç değilse bir iz bırakması gibi. Çabalamanın, iradenin ve ısrarın izi yani kanıtı yani gerçekliği yani efsanesi yani düşüncesi. Ayrışmaktansa toplaşmalı, bir araya gelmeliyiz.
Dünyanın yeni bir karanlık çağa girdiği, ülkemizin dünyada giderek yalnızlaşıp içine kapandığı ve ruhunu yitirmekte olduğu bu dönemde dirimselliği, çabayı ve yiten gerçekliğe yeniden diriltmeyi hedeflemeliyiz. Öznenin parçalanıp bütünlüğünü yitirdiği, insan var oluşun merkezinde değil, diğer canlılarla hiyerarşik değil eşit bir ilişki içinde olması gerektiğini haklı olarak savunulduğu, ama bu savunun neredeyse insanın diğer canlılardan da daha aşağı bir seviyeye yerleştirilmesine kadar varıldığı bu çağda insanı bütün kusurları ve zaafları, ama işte o ölçüde de yetenekleri ve yaratıcılığıyla öne çıkarmalı, itibarını iade etmeliyiz. Evet gerçekliği yitirdik, gerçeklik görelileşti, gerçeklikten kuşku duyuyoruz, ama işte ben gerçekliğinden kuşkulanan bir özne olarak gerçekliğin bir parçasıyım. Bu halim gerçektir. Hiç olmazsa bundan kuşkulanamam ve bu durum bana yeni kapılar, yeni var oluş imkanları ve biçimlerinin önünü açabilir. Yeter ki insan olmaktan suçluluk duymayalım, insan olmanın yüceltilmesi gerektiğini yeniden düşünelim. Hele yücelik duygusunun iyice ortadan kaldırıldığı bu çağda yeni insani değerlere ihtiyacımız olduğunu anlarsak yeni var oluş biçimleri bulabiliriz. İnsanı yüceltmek derken aslında insanı yeniden var oluşun diğer canlılarıyla eşit hale getirmeyi kastediyorum. İnsan olmak, sanki utanılacak bir şey haline geldi. Teknolojik gelişmelerle insan türünü dönüştürme çabalarının ne kadar da tehlikeli ve canlılıktan uzak bir yapaylığa neden olabilecek gelişmeler olduğunu göz önüne alırsak..
Bir de şu var tabii: Dünyamızı değiştirip daha yaşanılır, hakkaniyetli ve güzel bir yer haline getirme çabalarının asla beyhude çabalar olmadığını unutmamamız gerekir. Her şeyi parayla ve kârla eşdeğer hale getiren kapitalizmin bir gün yıkılabileceği ve daha ortaklaşa bir hayat yaşanabileceği umudunu kaybetmemeliyiz. İnsanın olduğu yerde ne şiir ne de umut yok olur. Öyleyse yürümeye ve ardımızda ayak izlerimizi bırakmaya devam edelim. Devam edelim ki gelenler ayak izlerimizi takip edebilsinler.