Modern Çağ’ın dünyası ile onun sonrası sayılan Postmodern Çağ’ın dünyası, sözcüklerin kökeni bakımından birbirlerinin devamı olma özelliğine sahip olduğunu (Değil mi ki Post- eki sonrası anlamına geliyor; yani Postmodernizm Modernizm Sonrası demek), bir ardışıklık göstermesi gerektiğini düşündürürken bu hiç de böyle değil. Modern dünya ile Postmodern dünya birbirinden tamamıyla farklı, akla kara gibi farklı iki dünya. Modernizm özne merkezli bir ilerleme düşüncesine, dünyayı değiştirme nosyonuna sahipken, Postmodern dünyada özne parçalanmış, ilerleme fikri iflas etmiş, insanın dünyayı değiştirme yeteneği dumura uğramış ve ütopyalar yok olmuştur. Dünyada yaklaşık yirmi otuz yıldır hüküm süren, ülkemizde de seksenlerin ortasından sonra belirtilerini göstermeye başlayan Postmodern durum insanın takatini kesmiş, onu kendi varlığının gölgesi olma haline indirgemiş ve hatta insanın varlığıyla gölgesi arasındaki ilişkileri bile kopartmıştır. Yani gölge var da; gölgenin kaynaklanması gereken varlık yok ortada! Gösterge var da, göstergenin kaynaklanması gereken gösterilen yok. Fransız filozof Jean Baudrillard’ın “Kötülüğün Şeffaflığı”nda dediği gibi, “Bizim tanık olduğumuz şey, ticaretin maddi kurallarının ötesinde, reklamlar, medya ve görüntüler aracılığıyla her şeyin bir gösterge sanayisine dönüşmüş olmasıdır.” Varlığın, göstereni ve gösterileni ortadan yok olmuş özerk ve sanal (virtual) göstergelere parçalanmış olması her taraftan bir gösterge bombardımanına maruz kalmamıza, bu göstergeler bombardımanı tarafından felce uğratılmış olmamıza neden oluyor. Postmodern toplumda ve bu toplumun kültürel, ekonomik, toplumsal ortamında insan ipleri kimin tarafından oynatıldığı, yönetildiği bilinmeyen kuklalara dönüştü. Gösteren ve gösterilen silinip gitti. Varlığın içi boşaldı. Şimdi varlığa vurunca tok! diye kofluğu gösteren bir ses çıkıyor. Kof! Kavramlar varlıkların yerini aldı; yorumlar da olayların ve asıl metinlerin önüne geçti. Kavramların ve yorumların cirit attığı bir dünya bu cehennemi Postmodern dünya.
Postmodern toplumun içi boşalan varlığının, insanın kendini ifade etmesinin en asli ve biricik yolu olan ‘dil’ ile ilişkisinin de koptuğunu, biçim değiştirdiğini, içeriksizleştiğini söylemek gerek. Dil çağlar boyu insanın kendisini ifade etmesinin ‘gerçek’ (reel) yolu olmuştur. Postmodern Çağ’ın dünyasına gelinceye kadar dilden kuşku duyulmamıştı. Modern Çağ özne merkezli bir dünya olması hasebiyle aynı zamanda dil merkezli, dil çekirdekli bir dünyaydı ve dil’in dönüştürücü gücüne inanılıyordu. Postmodern Çağ’ın dünyasında, yani günümüzde ise dil’e inanç ortadan kalkmıştır; öznenin parçalanması ve varlığının dayanaklarını kaybetmesiyle birlikte, öznenin kendini dışavurma, ifade etme yolu olan dil de parçalanmış, sanallaşmış, bir performansa dönüşmüştür. Verimlilik ilkesine göbekten bağlı bir dil, verimlilik ilkesinin hüküm sürdüğü, tarihte eşi benzeri görülmemiş olan ‘yeni’ ekonomik ve kültürel düzenin verimlilik ilkesiyle koşutluk gösteriyor. Dil’in artık gösterme, işaret etme özelliğinden çok bir performans olma özelliği ön plana çıkmıştır. Performansın gösteri sanatıyla ilişkisini de bu bağlamda göz ardı etmemek gerektiğini söylemek sadece yeterli olmamakla kalmaz, aynı zamanda bunu altını çize çize vurgulamak gerekir.
Yine Baudrillard’dan bir alıntı, yine “Kötülüğün Şeffaflığı”ndan: “Sanatın her yerde çoğaldığını görüyoruz. Sanat üzerine söylem ise daha da hızlı çoğalmaktadır. Ama sanatın ruhu yok oldu. Macera olarak sanat; yanılsama yaratma gücüne sahip sanat; şeylerin daha üstün bir oyunun kuralına boyun eğdiği, gerçekliğe karşıt bir ‘başka sahne’ kuran sanat; bir tuvalin üstündeki çizgi ve renkler gibi, varlıkların anlamlarını yitirip kendi varlık nedenlerini aşarak bir baştan çıkarma süreci içinde (kendi yok oluşlarının biçimi bile olsa) ideal biçimlerine ulaşabildikleri aşkın bir figür olarak sanat yok oldu. Kültür adıyla tanıdığımız estetik değerlerin düpedüz üretiminden –göstergelerin sonsuza değin hızla çoğalımından, geçmiş ve güncel biçimlerin yeniden kullanıma sokulmasından- sanatı ayıran simgesel uzlaşma niteliğiyle sanat yok oldu. Ne temel kural, ne yargı, ne de zevk ölçütü var artık. Günümüzün estetik alanında, kendi kullarını tanıyacak Tanrı kalmadı; ya da başka bir metafor kullanırsak, estetik zevk ve yargıya ilişkin hassas terazi yok artık. Sanatın durumu, tıpkı gerçek zenginlik ya da değere çevrilmesi imkânsız olduğundan artık değiş tokuş edilemeyen ve bundan böyle yalnızca dolaşan paralar gibidir.”
Sanat, insanın kendini dışavurmasının ezeli yollarından biridir elbette. Ve bu alıntıya göre, bu ezeli dışavurma yolu artık yok olmuş, ortadan kalkmıştır. Bu da insanın artık kendini dışavuramayacağı, ifade edemeyeceği anlamına gelmektedir; ki gerçekten de şu anda içinde bulunduğumuz durum budur. Demek, insan artık konuşamamakta, göstergeler labirenti, bir başka deyişle dil labirenti içinde debelenip durmaktadır. Ben bu duruma, “kaptırılmış dil” diyorum. Dil, yeni ekonomik düzenin medyasına, reklam ajanslarına, ticaretine kaptırılmıştır. Modernizmin dili Postmodern dünyanın ironi, pastiş, aşırı-yorum gibi aygıtlarına kaptırılmıştır. Sanatçının, özellikle de yazar ve şairin dili ve şiirsellik yeni medya ve reklam imparatorluğu (ki bunlar, yani medya ve reklam sektörü meta-imgeler yaratarak insanı yanılsamalarla dolu hayali bir dünyaya kapatırlar) tarafından evcilleştirilip içselleştirilmiştir. Dil, artık konuşmaz olmuştur. Derde deva değildir. Yaşananları aktaramamaktadır, yitirdiğimiz gerçekliği ‘sahici’ bir şekilde, somutlaşmış bir anlamla dışa vuramamaktadır. Dil tutulmuştur. ile Tabanca
Ülkemizde dilin meta-dil haline geldiğinin ilk önemli ipuçlarını veren şair Yeis adlı Tabanca şiir kitabındaki şiirleriyle Seyhan Erözçelik’tir. Kendisi de bir reklamcı olan şair, sanırım reklamcı olmasının kendisine yaşattığı ikili bir yaşamın acısıyla olsa gerek bu durumu ta 1986’da işaret etmiştir. Daha sonra yazdığı şiirler de gitgide meta-şiir niteliğine bürünmüştür. Reklam diliyle reklam karşıtı bir dünyanın hissiyatını yansıtmakta başarılı, ama aynı zamanda trajik şiirlerdir bunlar. ‘Sahiciliği’ meta-dil’i ‘sahiden’ kullanmasından kaynaklanmaktadır.
Dil’in kaptırılmasına karşı şairler/yazarlar nasıl bir tepkide bulunacaklar, nasıl bir tavır belirleyeceklerdir. Asıl sorun budur; çünkü insan öyle ya da böyle kendini ifade etme, dil aracılığıyla kendini gerçekleştirme arzusundan, belki arzudan daha çok ihtiyaç demek gerekir, bu ihtiyaçtan vazgeçemez. Dil kaptırıldığına göre, yapılması gereken şey, henüz kaptırılmamış olan ve kaptırılmaya karşı dirençli yeni bir dil bulmaktır. Dünyada ve ülkemizde edebiyatta derin bir çıkmazın olmasının kaynağında işte bu dil tutulması yatmaktadır. Kekemelikten nasıl olacak da kurtulunacak, yaşantılar, deneyimler gerçek boyutlarında ve sahici olarak nasıl bir başkasına aktarılacaktır. Bunun yolu, bizce, kesinlikle kaptırılmış dil’i kullanmamaktan geçmektedir. Zira kaptırılmış dil deşifre edilmiş dildir; esrarı çözülmüş, Postmodern dünyanın aygıtları tarafından ele geçirilmiştir. Bu ele geçirilen dille, yaşanan yeni insanlık durumları maalesef anlatılamıyor.
Bu karmaşanın karşısına yalınlığı koymak, anlamı somutlaştırmak, imgeye hacim kazandırmak gerekiyor. Acıyı nesneleştirmek gerekiyor; elle tutulur hale getirmek gerekiyor. 90’lı yıllardan itibaren ülkemizde şiir alanında yalınlığa ve doğrudanlığa ve bir tür yeni dışavurumculuğa yönelindiği söylenebilir. Şair çıkış yolu arıyor elbette. Bu çıkış yolu Postmodern dünyanın diline ve bu dilin gereklerine kulak asmamakla bulunabilir belki. Sami Baydar, Lale Müldür, Necmi Zekâ gibi şairler daha avantgarde bir yol izlerken, bazı şairler de Fransa’da “odun dili” denen bir dille, yani dolaysız bir anlatımla, anlamı yoğunlaştırma girişimiyle bu dil tutulmasının üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Bu dil yalın olduğu kadar serttir ve naiflikten kesinlikle uzak durmaktadır. Zira içinde yaşadığımız dünyada naif bir yaklaşımla insanın kendi kendisini dışa vurması olanaksızdır. Dünya naif olunamayacak kadar karmaşıktır.