980 sonrası kültürel iklimi belli başlı dört isim belirliyordu. Bunlar; Hilmi Yavuz, Enis Batur, İlhan Berk ve İsmet Özel’dir. O günleri yaşamayanlar elbette asla bilemez, hissedemez: çok buruk ve çorak yıllardı o yıllar; her yere yılgınlık hâkimdi, yılgınlıkla birlikte egemen olan bir diğer duygu da şaşkınlıktı. Toplumun geçmişiyle bağları kesilmişti, bir geleceği de yoktu. Dolayısıyla bir ‘bugün’ de biçimlendirilemiyordu. Her yere korku hâkimdi. Alkol ve yılgınlık. O döneme bugünden bakılınca, ki o zaman da sanırım bu değerlendirilebiliyordu, insanlara umut aşılayan tek girişim Yazko girişimiydi.
Gerek yayımladığı dergiler, gerekse de daha sonra yayımladığı haftalık kültür gazetesi Somut çorak bir toprakta yeşeren güzel çiçekler gibiydiler. (Her cuma Somut’un çıkmasını sabırsızlıkla bekler ve hemen ön sayfada yayımlanan Can Yücel şiirlerini okurdum. Somut bana gerek biçimi ve gerekse de içeriğiyle sanatın her zaman topluma müdahale etmesi gerektiğini, sanatla toplum ve birey arasında öyle dosdoğru bir ilişki değil ama dolaylı da olsa yine de bir ilişki olduğunu öğretmişti.) Eğer bu yayınlar olmasaydı ben kendi şahsım adına konuşuyorum ne yapardım bilmem. Yazko Edebiyat’ın yayın yönetmeni Memet Fuat’ı büyük bir minnettarlıkla anıyorum.
Memet Fuat dönemin kültürel kodlarını bence oldukça iyi çözümleyerek geniş bir çerçevede şiirler, yazılar yayımlıyor, gelenekle o gün arasında atılmış olan köprüleri yeniden kurmaya çalışıyordu. Dergide eski kuşaktan isimlere olduğu kadar yeni kuşaktan imzalara da bolca ve sıkça yer veriyordu. Dönemin yıldızı şimdi nedense unutulmaya yüz tutmuş olan Yaşar Miraç’tı. Yaşar Miraç birkaç arkadaşını da kendi çevresinde toplamış, Yeni Türkü adlı etkili bir dergi çıkararak kendi sandalyesiyle birlikte gelip edebiyat ortamının ortasına oturmuştu. Yeni Türkü o dönemde, 80’lerin başında çok etkiliydi. Kitapları okurlara hem isyan duygusu, hem yıpratılmaya çalışılan değerlere bağlılık, hem de geleceğe dönük bir umut aşılıyordu. Bildiğim kadarıyla Yaşar Miraç’ı en çok destekleyenlerden biri de rahmetli Memet Fuat olmuştur.
80 sonrası dönemi belirleyen en önemli eğilim ‘geleneğe dönüş’ çabası olmuştur. O günlerin en gözde kavramı ‘gelenek’ti. Bu da çok anlaşılır bir şey çünkü dönemin siyasi koşullarıyla kendi içine kapanan şairler, daha çok şiirin kendi iç meseleleri üzerinde yoğunlaştılar. Bugünden ve gelecekten bahsedilemiyordu, geriye bir tek geçmiş kalmıştı. Bazı yönleriyle şiirin kendi iç ve teknik meseleleri üzerine yoğunlaşması yararlı olmuştur, ama bunu bir ideoloji haline getirmek başka türlü bir tahakkümün kurulmasına, bir tür tutuculuğa evrilmişti. Gelenekçilerin başını ‘şair-i azam’ Hilmi Yavuz çekiyordu. Aynı zamanda orta seviyede bir felsefeci de olan Yavuz, 60’ların felsefi akımlarını, örneğin yapısalcılığı, arkasına alarak, kendisini 20. yüzyıl başı şairi Yahya Kemal’e (Neden Ahmet Hâşim’i tercih etmeyip de Yahya Kemal’i tercih ettiği ideolojik bir sorundur ve Hâşim’in şiirleriyle Yahya Kemal’in şiir anlayışlarının yenilikçi potansiyelleri ve ideolojik çağrışımları bakımından incelenerek ortaya koyulması bugün bizleri bekleyen en önemli işlerden birisidir.) ve İngiliz T. S. Eliot’a dayadı ve şiire öz ve içeriksel çalkantıları, imkânları bakımından değil, biçimsel mükemmellik arayışı açısından yaklaştı.
Başka bir zaman olsa belki de hiç ciddiye bile alınmayacak bir biçimde Divan şiirini ve onun yapısal imkânlarını ileri sürdü. (Peki neden acaba Halk şiirinin duyarlık patlamasına yönelmedi; orada da yeni imkânlar yok muydu ve hâlâ da yok mudur? Mesela bence şiirimizin en büyük şairi olan Pir Sultan Abdal’a, Karacaoğlan’a ve hatta Yunus Emre’ye bağlanmak istemeyiş esasında ideolojik bir tercih değil midir ve bu tercih dönemin baskıcı koşullarıyla uyum içinde bir boyun eğiş değil midir?) Yavuz bu tutumuyla şiiri tamamen yapısal bir ‘şey’ haline indirgedi. Yavuz için yapı her şeydi. Ama şiir için her şey olan tek şey yaşamdır ve yapıyı önemsemek kadar onu dağıtıp parçalamak da önemsenmelidir. Yavuz’un bu sürekli ‘yapı’yı öne sürmesi, içeriğe hiç yüz vermemesi o dönem benim de içinde bulunduğum bazı çevrelerde kızgınlık yarattı. Bu kızgınların toplandığı yer 1995-1998 yılları arasında toplam sekiz sayı yayımlanan Göçebe dergisi olmuştur. Şiir, şiirsel özün güzel olduğu iddia edilen bir biçimin içine hapsedilmesi değildi bize göre. Biz şiirsel özün kendi biçimini kendi dilediğince bulması taraftarıydık ve özün içindeki imkânları araştırıyor, asıl yıkıcı ve dönüştürücü olanın özün teşrih edilmesi ve araştırılmasıyla hayat bulacağına inanıyorduk. Ama dedim ya, Yavuz’un tercihi gerici bir estetik ve ideolojik olarak da gericilikti. Statükocu bir şiiri savunuyordu ve bu dönemin siyasal eğilimleriyle uyum içindeydi. Belki bizim kültür tarihimizde Yavuz’a verilen destek ve imkânlar hiç kimseye verilmemişti. Yavuz dönemin en bilgili, en akıllı, en yetenekli, en şahane, en filozof şairiydi. Yavuz şiirimize büyük kötülükler etmiştir. Konformisttir.
Enis Batur ise daha deneyselci ve marjinaldi. Birçok bakımdan Yavuz’un yanında sütten çıkmış ak kaşık gibidir. Özellikle Batı edebiyatının yenilikçi ve öncü eserlerini Türkçeye çevirtip yayımlayarak kültür hayatımıza büyük katkılarda bulunmuştur. Onun sayesinde dünya ama en çok Avrupa deneysel edebiyatını tanıyarak önümüzde yeni imkânlar bulduk. Kendimizi dünya edebiyatının kantarında tarttık. Enis Batur gerek yazdıklarıyla gerekse de yayın yönetmeni olduğu YKY’de yayımladığı çeviri kitaplarla bizi dünya edebiyatıyla tanıştırdı ve eserlerimizi yerel ölçekte değil, uluslararası ölçekte de değerlendirmemiz, üretmemiz gerektiği gerçeğini öne sürdü. Gerçi bu yönelimin de hayata geçmesi için 80 sonrası dönemin iklimi etkili olmuştur, ama Batur böyle bir ‘inkıta’ döneminde yapılabilecek en önemli şeyi yapmıştır. Üstelik bunu da Hilmi yavuz gibi böbürlenerek ‘en doğrusu bu’ tavrıyla değil, alçakgönüllü bir çalışkanlıkla yapmıştır.