Bizim kadar her vesileyle yollara düşen bir millet var mıdır acaba? İlk fırsatta dökülüyoruz Anadolu yollarına. Mesela komşumuz Yunanlılar, Bulgarlar, Gürcüler, İranlılar… Bir yolunu, bir sebebini bulup yaşadıkları büyük şehirlerden doğdukları kasabalara, köylere akın ediyorlar mıdır acaba? Hiç sanmıyorum. Hele İngiliz, Fransız ve Almanları böylesi bir hareket içinde hayal etmek bile güç. Belki savaş koşullarında olabilir bu türden büyük yer değiştirmeler.
***
Ne var bunda, insanların bayramlarda, tatillerde doğdukları yerlere gitmek için yollara düşmelerinin ne sakıncası var diyenler çıkabilir. Dileyen, dilediği zaman ve şekilde her yere seyahat edebilir elbette, bu bir temel insan hakkı. Ne var ki her hareketin doğası üzerine düşünmek, ondaki soru ve soruları tartışmak gerekiyor. 1950 sonrasında başlayan nüfus hareketlerinin temeli ekonomiktir bizde. Büyük göç siyasal sebeplerden beslenmez. İş bulma, buna bağlı olarak daha iyi bir gelecek kurma amacıyla yönelmiştir kitleler şehirlere.
Bu durum kendi içinde büyük sosyal bir sıkışmışlığı da barındırır elbette. Demokrat Parti dönemiyle beliren özgürlük ortamı, demokrasi anlayışı ve dış yardımlara paralel gelişen sanayileşme eğilimi beraberinde işgücü ihtiyacını da doğurdu. Ne var ki ne planlı bir sanayileşme politikası vardı ne de bu politikayı yönetebilecek siyasal akıl. Devlet, zorbalıkla on yıllardır elinde sıktığı geniş kitleleri başka bir siyasi gücün eline kaptırmıştı çoktan. Yeni güç ise her bakımdan eski derin gücün tehdidi altındaydı. Şuuraltlarını besleyen kapitalizme vizyon kazandırmaktan uzaktılar.
Olanlar, olacak olanlar hızla ve herkesin gözü önünde gerçekleşti. Şehirler çevreden adım adım kuşatıldı. İktidarlar seçim dönemlerinde getirdikleri af benzeri çözümlerle bu kuşatmayı meşrulaştırdı. Anadolu coğrafyası terk edildi, toprak yalnızlaştırıldı. Sanayi üretimi orta düzeyde artarken Türkiye’nin tarımsal çeşitliliği, ürün kalitesi ve toprağın simgesel değeri düştü. İstanbul, İzmir ve Ankara başta olmak üzere şehirler şişti. Kocaeli, Bursa, Adana, Gaziantep gibi şehriler bu kervana katıldılar. Türkiye nüfusunun büyük bölümünün Marmara Bölgesi’ne yığılması, kentlerimizi de yığınsal karakterli birer toplanma alanına dönüştürdü. Yapılan onca yatırım kısa sürede yetersiz kaldı. Başta trafik olmak üzere pek çok altyapı sorunu beraberinde geldi. Eğitim, sosyal sorunlar gibi daha gündemin dışında gözüken meseleler ise daha özden kuşattı her yeri.
Yaz aylarında Ege ve Akdeniz’e inen orta ve üst sınıf gelire sahip insanların yola düşmelerinden farklı bu yola yığılmalar. Öyle bir yığılma yaşanıyor ki Trakya yönünden, Tekirdağ, Çanakkale eğrisine, İstanbul, Bursa istikametinden Kütahya, Eskişehir çizgisine ve asıl, İstanbul, İzmit, Adapazarı, Bolu ve Ankara yönünde doğru neredeyse şehir içi trafiği hızıyla yol alınıyor. Gidiş yönündeki bu kilitlenme dönüşte de aynı şekilde yaşanıyor.
Başka dillere bakmak gerekir, acaba ‘gurbet’ diye bir kelime var mı? Geçmişin, mesafe kadar hayat zorluğunu ve toplumsal hiyerarşisini de imleyen bu kelime, yirmi yıl öncesine kadar sıklıkla yurtdışından tatil için gelen işçiler için de kullanılırdı. Onlar da böyle yollara düşerlerdi. Sonunda Avrupa kentlerine daha bir entegre oldular ve bu kavram gündemden düştü. Anadolu yollarına düşenlere ise bugün ‘tatilciler’ deniliyor. Tatil dönüşü, tatil akını, tatilciler… Oysa özünde hala gurbet saklı, sanki…
***
İç Anadolu’dan Ege’ye, Akdeniz’den Güneydoğu’ya geçmenin, Karadeniz boyunca yeşil doğaya teslim olup hayal kurmanın elbette çok zevkli yanları var. Ülkenin sosyal ve ekonomik bağlamda bu sebeplerle birbirine karışıp bağlanması imrenilecek bir durum. Ancak, bu özün içinde barındırdığı büyük gerilimi ve şehirlere geri getirdiği basıncı düşünmek, hep düşünmek gerekiyor. Yollara koyulan arabalar değil. Yollara koyulan her bir öznenin içinde taşıdığı hayaller kadar şehirleşememiş yaşama biçimi. Şimdi ve geleceği gösterecek şekilde…