Doğan her gün batmaya yazgılıdır. Bu cebri bir zorunluluk değil evrenin varlığının gereğidir. Güneş nasıl güzel yükselirse dağların arkasından öyle yıkılır denizin ufkunda. Bir kez olsun bu oluşa güzelliğin tarafından bakmayanlar doğumla ölüm arasında örülen hayatın değeri üzerine de nitelikli düşünemezler.
‘Ölmeden önce ölün’ sözünü, yaşamanın ışığına doğru değil ölümün örtülü ve meçhul karanlığına doğru okurlar. Yaşamayı adeta lanetlerler. Yükselen her şeyin düşmeye, yeşeren her dalın kurumaya, uçan her kuşun konmaya, kopan her fırtınanın dinmeye hasılı birbirinden öncelik ve sonralık yönünden değil asıl gereklilik yönünden ardışıklığını kategorize ederler, kendi buruk akıllarıyla mahkum edip dondururlar. Gelecek her daim geçmişe dahil olmanın gerilimli fakat mutlak olanağı içinde titreyip dururken, geçmişin tortularına iman edip yolda kalırlar. Yıkımdan önce ayakta kalmak demek bir felaket teolojisinin çarpıcı epigramı değildir oysa. Ayakta kalmanın erdemini bulursan yıkılmayacaksın, yıkılmamanın yolunu bulacaksın demektir. Bunu yapmadığın zaman ayakta görünsen bile aslında yıkıksın, yıkılış geldiği zaman yaşayacağın bunun yüzüne çarpmasından öte bir şey değildir demektir…
Hayat sabahtan akşama, zamanın bütün uğraklarında, an içinde bölünmüş anlar içinde, denizlerde, karalarda, şehirler ve kırsallarda kendisine has bir devinim içindedir. Aslında kainattaki bitmez ve değişmez hareketin bir parçasıdır da bu ayrışmaz bütünün büyük müziğini duymayanlar tek tük taklitlere kulak kabartırlar. Bir toplumun zamanın bir sürecinden tarih yapan varlık olarak geçebilmesi için çok dipli bir varoluş şuuru taşıması gerekir. Kuşun yuvası ile kendi evi arasında eşitlik ve gereklilik değeri göremeyen bir insan topluluğu hangi dine inanırsa inansın hangi dili konuşursa konuşsun hangi rüyaya gömülürse gömülsün tereddütsüz bir yıkıcı olmaya adaydır. Yıkılmakla yıkıcı olmak birbirinden farklıdır. Yıkılmak tabiatın süreğinde yaratılışın mayasından sayılır. Yıkıcılık ise kötülük tarlasının karanlık buğdayı. Şiddetli rüzgarın devirdiği ağaçtan yaşama hüneri, ayakta kalma bilgisi değil de yıkıcılık öğrenen insan, kendisi ile ağaç arasındaki gereklilik ontolojisini de fark edemeyecektir.
Tabiatın kendisine özgü bir aklı vardır ve bu insanoğlunun zamanla gelişmiş aklından farklıdır. Tabiattaki potansiyel kapasitesi sonsuz ve adildir. Oradan insan hariç hemen her canlı kendisine özgü yöntemle hayatta kalmanın yolunu öğrenir. İnsan ise antropolojik bir zavallıdır. Bir başına hayatta kalmak, yıkılmadan yürümek kapasitesinden başlangıçta mahrumdur. Yıkılmadan ayağa kalkınca başlar insan.
Kaslarının ve beyninin paralel gelişmesiyle belli bir aşamaya varır. Varır varmasına ve buradan hafıza ve düş gücü gibi benzersiz olanaklar doğar fakat unutmak ve kötülüğe meyletmek gibi hastalıklara yakındır hep. O sebepten, insanın ayağa kalkışı ve yıkılmanın travmasından kurtulabilmesi için hafızayı diri tutması ve düş gücünü yaratıcılığa yöneltmesi gerekir. Mülk edinmekten başlayarak ( ki ilk mülkiyet bilgiyi saklamaktır) güç ve iktidar histerisine, ölümsüzlük arzusuna değin bir dizi yokedicilik eşiğine oturtur hafıza yitimi ve düş kuruluğu.
Yıkılmadan önce ayakta olmanın değerini bilenler yıkım günlerinin gelişi için tahminde bulunmaya girişmezler. Modern falcı ve müneccim kisvesine bürünmüş ağızlardan medet ummazlar. Dün hemen yakınımızda gerçekleşen yıkım bizi de bulacak diye harekete geçerler. Yıkım sonrasına ayarlamazlar akıl edişlerini ve eylemlerini. Hayat, insan, moral değerler, dünya nimetleri, varoluş, birlikte yaşama kültürü şu an kıymetlidir ve onun güneşin batarken sadece yarının geleceğini haber verdiğini değil gökte yıldızların parlayacağını da müjdelediğini bilirler. O yıldızlar bizim yaşama neşvemizdir ve biz insan olarak mutlak süreksizliğin bilgisini içsel bir sükuta dönüştürebiliriz.
Bir portakalı soyarken bir çocuğun büyümesini izlerken, denize ayağımızı sokup hafiften ürperirken, zeytini nazikçe ısırıp geçmişe ait bir anı parçasını hatırlarken yaşamanın biricik ve bir daha tekrarlanmayacak döngüsünün içindeyizdir. Bizim bir varlık olarak diğer insanlardan korkmadan ve tabiatın felaketlerini hasarsız atlatabilmemiz için ortak bir zorunluluk zinciri içinde bulunduğumuzu ve başkasının güvenliği ve yaşama hakkını gözetmenin bizim zorunluluğumuz bulunduğunu unutmamamıza bağlıdır. Aksi türlü, ayaktaymış gibi gözüken bir yığın yıkıma yazgılı olmaktan başka nedir ki?