‘Toplama Kampı’ teriminin ilk kez İngiliz- Boer savaşı sırasında, Britanyalılar tarafından icat edildiklerini okurken gözüm sol dizimde ilerleyen minicik karıncaya kayıyor. Var mı yok mu emin değilim ondan, belki okuduğum sayfadan firar etmiş harflerden birisi. Eğer geriden kurulmuş bir saat alarmı gibi ötmeye başlayan cırcır böceklerini, ardıç kuşu mu yoksa çalı bülbülü mü hangisi olduğunu kestiremediğim ötüşlere karışan rüzgar kımıltısını unutacak olsam karıncayı çoktan hayal gücüne armağan sayıp geçip
gideceğim. Fakat, tabiata her çıktığınızda insan teninde saklı tuza dadanan at sineği mutlaka sizi bulur ve o vahşi ısırığını acımasızca kondurur. Olsun, başımı bir an kaldırdığımda, altında oturduğum elma ağacından dökülmüş ve güneşin oklarıyla berelenmiş meyvelere de yakın buluyorum nicedir kendimi. Şunca zamandır büyük büyük kitaplardan, iri, iddialı ağızlardan, öfkesi gözüne dolmuş yüzlerden, ustalıklı nezaket ritüellerinden hasılı kendini tekrar ede ede aşınmış, şu hayatımıza bir anlık su serpintisi derecesinde bile avuntu vermeyen nutuklardan yorgun düştüm. Sözden umudumu yitirmedim hala çıkışın sözde olduğuna inanıyorum fakat mülkiyet edinilmiş, şu veya bu çenenin bayrağı kılınıp kutsanmış olandan beri duruyorum.
Hayat gibi okuduğunuz metin de yerinde durmaz. Sayfadan başınızı kaldırdığınızda geride bıraktığınız yıllar kadar okuduğunuz cümleler de hareket eder. Deniz aşırı yolların açılması, coğrafi keşifler, sömürgeciliğin doğuşu, Avrupalıların kendi aralarındaki diş dişe güç kavgaları hala insanlığın üzerinden lekelerini temizleyebilmiş değil. Bilim, sanat, düşünce elbette onların eliyle çok ilerledi fakat Afrika dahil Hint ve Asya’nın sömürülmesi, Ortadoğu düzeninin bozulması, Amerikanın keşfi ve sonrasında olanlar şu dizimden öylece geçen karıncanın hayali kadar naif değil. İnsan sadece nefes alış verişine geri döndüğünde tabiattaki diğer varlıkların hilafına sadece fiziki değil bir o kadar da manevi tantana çıkarıldığını hissediyor. Kulaklarından beynine akan sessizliğin dip uğultusu onu tedirgin ederken soruyor; yeryüzünden ne olarak geçeriz? İnsanın dev bir şilep gibi homurtuyla denizi biçip geçerken saldığı korku az şey mi?
Bir iflah olmaz güçlü olduğu kadar iktidar müptelası da olan insanın dünyayı ısırması şu bacaklarımı iğneleyen at sineği ile karşılaştırılabilir mi? Belki birazdan basınç etkisiyle şu doruklardaki bulutlar kükreyip yağmur diye yere inecekler. Fakat en duyarlı insanlar bile günü geldiğinde insanın insana, yeryüzüne ettikleri konusunda bencil ve öngörüsüz davranabiliyorlar. Belki de insanın bencilliği kadar öngörüsüzlüğü çok övündüğü ve o vasfıyla hem diğer canlılardan ayrıldığı hem de onlardan üstün olduğunu söylediği aklı sebebiyledir. Yine mini mini bir karınca bu kez iki sayfanın ortasında açılmış derin vadiye inerken gözüme ilişiyor altını çizdiğim başka bir cümleyle. Anlı şanlı, Portekizli şair, F. Pessoa, ‘Onlar harika çiftçiler ve her pazar İncil okuyorlar’ demiş İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren Boerler için. Ve ‘boer’ kelimesi Flemenkçe’de ‘çiftçi’ demekmiş. Muhtemelen, ötekileştirmek için köylü anlamında da kullanılıyordu kelime. Ve yine, bizim Servet-i Fünun şairlerimiz Boerleri değil İngilizleri desteklemişti. Değil mi ya? Çiftçiler onlar. Hatta, İngiliz elçisinin arabasını koçaklayıp koltaklaması da var ya İstanbul’da bu işin…
İnsanın ömrü hayret edip şaşırmanın da tarihidir. Şimdi oturduğum sandalyeden kalksam o buruk ekşimsi tadıyla damağımda sulanıp eriyecek üç beş kızılcık toplayıp ferahlayabilirim fakat Gandi ile Pessoa’nın birbirine değmeden Durban’dan geçtiklerini okuyunca niyetimi değiştiriyorum. Dokunduğunuz an yere dökülmeye meyilli bu nazlı meyveye hakkını veriyorum. Yüzlerce kızılcık meyvesi iri noktalar halinde dibe inmişler. Görselin çapkın çalımı hoşuma gidiyor yine de. Pessoa’nın Durban’da geçirdiği günlerde, üç farklı ırk başta olmak üzere dinler ve kültürler arasından geçmesi sonradan yaratacağı heteronimler üzerinde belirleyici olmuş olmalı. İyi de insan bir an, bir kitabı okurken bile dökülmüş bir elma, ince belli bir karınca, kıpraşan yaprak, sıkışan bulut olmayı yaşasa, dünyadan geçişinin dili değişir mi?
İnsanın buna niyeti var mı elinde topladıklarından vazgeçip dünyanın ve kendi cinsinin efendisi olmaktan geri durur mu emin değilim. Başımı sayfadan kaldırıp da beş duyumu etrafa açtığımda, tabiatın hiçbir halinde ne yoksulluk ne de dengesizlik var. En değerli en iyi yazılmış kitabı okurken bile içine daldığımız insanın kötülük içinde hiç bitmeyen kötülükleri. Buna rağmen yılmadan okuyor, kitapla hayat arasında gidip gelirken, yeni bir öykü mümkün mü onu arıyoruz.