Akla hayale gelmez türlere bürünen eski edebiyatımızda ‘ Yaşnameler’ pek bilinmediği için dikkat de çekmezler. Bilgi, görgü, tecrübe yanında ‘aşırı yorumla’ da bezenmiş bu tür, bugün, psikoloji, tarih ve felsefe gözüyle yeniden okunmaya, değerlendirilip yorumlanmaya değer. Bebeğin ana karnından yüz yaşına değin (nedense yüz yaşını sınır alır bu şiirler) geçirdiği, geçireceği, fiziksel ve ruhsal değişimleri anlatırlar. Dil yalınlığı yanında sözü daha doğrudan söyleme zorunluluğundan olsa gerek halk şiirinde yer bulur ‘Yaşnameler’. İnsanı, neredeyse çocuk yaşta olgunlaştırıp bugünün ölçülerine göre erken vakitte yaşlılık sınırına sokan dünün dünyası, bu şiirlerde benim de içinde bulunduğum elli yaş için de iki tabiri sıkça kullanır. ‘Yokuşa düşmek’ ve ‘Dağ başına düşmüş dumana benzemek’…
***
İşte ben, belki yavaştan ‘yokuşa düşüp, dağ başına düşmüş dumana benzeme’ye yüz tutmaktan olacak, çevremde olup bitene, yazı, kültür ve sanat yanında düşünce dünyasında dönüp durana dün olduğu gibi bugün daha bir dikkat, rikkat ve hayretle bakar oldum. Dikkatim ilk gençliğimden beri aynı. Yazıyı ana ve şaşmaz yol belledim. Ona bağlılık ve onun erbabı olmak için gereken yaşantı inceliğini, bedel isteyen özgürlüğünü arayıp bulmaya özen gösterdim. Çevreme de bu umutla baktım. Mesela, şair, öykücü olarak belirmiş, yeteneği ile gelecek vaat etmiş bir isim gördüğümde sevinir, içten içe verimlerini beklerdim. Umar ve isterimdim ki ömür boyu o yolda yürüsünler, yazsınlar, yazıdan hiç düşmesinler. Ve özgünlüklerinden doğan özgürlük geriden geleceklere miras kalsın.
***
Sayıca fazla olmasa bile hatırı sayılır ölçüde vardır hep böyle isimler. Biz şahsiyet sahibi deriz artık onlara. Yazıya oturduklarında, cümleyi kurduklarında, başkasının zihni, davası, kavgası, derdi değil kendi özgün ve özgür iradelerine bağlıdırlar. Yaratıcı hamlelerle ister şiir yazsınlar, ister deneme, ya da yeni kitapları üzerine konuşsunlar, öteden beri üzerine titrediğimiz düşüncenin ahlakından dolayı sessiz bir mutluluk duyarız. Ne yazık ki uzun sürmez bu huzurumuz. Yüzümüz gölgelenir, uzaktan kalkan bir toz bulutu duvarımızı kirletir, yaprakları perişan eder, sesimizi bulandırır. Şevkimiz kısa sürer. Ne zaman ki bir isim usul usul belirir, temayüz eder, onu yazıdan düşürecek her tür toplumsal ve bireysel mekanizma demiri saran nem gibi harekete geçer.
***
Dün bu ülkede, kültür, sanat ve düşünce adına ne ile kurulmuşsa ve asıl bu ülkenin kurulmuş temeli odur ve bu tamamen yazıdan gelir. Beklenir ki, onu ayakta tutmak yine yazıyla olsun. Yazıdan düşmeden olsun. Yazıdan düşünce bir kere, eline kalem alan kişi, yazının ahlakı ve görgüsü ile değil güncel elementlerin diliyle konuşmaya, kendi kumaşının dokusundan sıyrılıp başka dille yazmaya başlamışsa, yazının o her hal ve şartta saf kalan tabula rasası çizilmeye, kağıdın yangın kokusu yükselmeye, kalemin özünde taşıdığı keder kanamaya başlar. Farkına varmadan böyle yazanlar, ilk yola koyuldukları zamanların saflığından çıkıp içinde yaşadıkları anafora kapılırlar. Yazıdan düşmek, sırf onların kişilikleri adına değil toplumsal şuurun çatlayışı için de endişe vericidir.
***
Bir görüşe göre, bir toplumda yazılan hemen her şey edebiyata aittir. İçinde dil olan ve dil ile yazılan notlar, haber metinleri, mesajlar, akla gelen ne varsa…Böyle bakılınca, ana aksı yazı, düşünce, eleştiri ve tahlil içeren yazılar da, hedefleri yönünden değil sonuçları bakımından ortak seviyenin, dil ve edebiyat yanında düşünce görgüsünün dışavurumudurlar. Soğukkanlılıkla yazılıp çizileni okuyan, gözleyenler bu yazıdan düşme durumunun insan, insanlık ve dil için taşıdığı tehlikeyi bir kere daha görürler. ‘Yaşnameler’ de, yirmili yaşlar için ‘çoşkun sele benzer, akıl baştan savrulur’ gibi benzetmeler de var. Biraz da gecikmiş ergenlik çağrıştıran bu ifadeler, yazıdan düşüşün dolaylı yorumu gibi de geliyor bana. Zaten her şey, ertelenerek ve aşırı ilerlenerek, (geri doğru birden gençleşip ileri doğru vaktinden önce yaşlanarak) gerçekleştiği için böyle. Bu düşüşler bundan. Bu da tarihten.