Bazen bir kitap, bazen bir yazı günlerdir kafanızda dönüp dolaşan, yumak olup sarılan, sertleşip katılaşan meseleyi aydınlatıverir. Bir köşeyi dönünce içinizdeki sorunun tam da cevabını bulacağınız kişiye kavuşmak gibidir bu karşılaşma. Kendi kendime diyordum, her şey bu denli hızlı değişirken, kalıptan kalıba girip şekilden şekile bürünürken, yazar denilen kişi ne durumda? O hala geleneksel bağlamda olduğu gibi fildişi kulesinde, tavizsiz henüz yeni bir zafer kazanmış kahraman gibi oturup duracak mı? Eğer o öyle olacaksa, öyle olması gerekiyorsa, şu etrafta olup bitenler ne olacak? Bu yazar, yazarcık, yazarcağız görünümlü adamlar arasında hangi fikre sahip olacağız. Her şeyi zihnin ve yaratıcılığın değil de politik ve ekonomik piyasa, iştah ve üleşim döngüsünün şekillendirdiği günümüz dünyasında, okurlar olarak kendimiz hangi taşın üstüne oturacağız? Oturduğumuz taş, bize gerçeği, hakikati ne derecede gösterecek? Hele bu gördüklerimizin, duyduklarımızın, yapay, sanrı, oyun, propaganda, düzmece olup olmadıklarından nasıl emin olacağız. Nedir yazarı, yazarcıktan, yazarcağızdan ayıran temel ölçüt. Hatta böylesi bir çağda tam olarak ayırt edebilir miyiz onları?
İşte böyle böyle düşünüp akıl yürütürken dilimize ‘Hilekarın Marifeti Bu Dünya’ adıyla çevrilen Lewis Hayde’ın kitabıyla karşılaşıverdim. ‘Yıkıcı İmgelem Kültürü Nasıl Yarattı’ alt başlığı da taşıyan kitabın sayfaları arasında ilerledikçe, insanoğlunun bu akıl almaz düzenbazlığının arkeolojisine daldım. Onun bir aldatıcı olarak bu vasfını nasıl da işlettiğini sonra da kollektif olarak bunu ne şekilde büyüttüğünü, kabile, toplum, devlet, şirket derecesine yükselttiğini gördüm. İnsan bir kere ‘cismani aldatıcılıktan’ çıkıp, ‘zihinsel aldatıçılığa’ varsın, ve bunu bir ‘tarihsel iştaha’ çevirsin, her şey çorap söküğü gibi geliyor. Öyleyse, yazar, yazarcık ve yazarcağız döngüsü de aslında özünde, ‘iştah’ barındırıyor ve reklam, propaganda, politik ve ekonomik mask, beynin fonksiyonlarına çağdaş bir semptom olarak yerleşiyor, Lewis Hayde’ın cümleleriyle ‘ beyinde kurnazlık varsa, bu iştahın bir sonucudur; zihni aydınlatan kan, şekerini bağırsaklardan alır’. Burada bizim için ürkütücü ve düşündürücü olan ‘bağırsağın düşünen beyin’ katına çoktan çıkıp oturması, her tür hak hukuk ve iktidar ilişkisini kurumsallaştırmasıdır.
Günümüz dünyasının kültür sanat, edebiyat, yazı ve yazarlık ilişkileri bir tür ‘zoka’ yöntemiyle yürütülüyor bütün dünyada. Çok az sayıda ve etkileri kolayca kitlelere yayılamayan birey, sanatçı ve yazar karşı koyuyor bu döngüye. ‘Yalan’ kadim bir beceri olarak sokağa iniyor yine. Ve L. Hayde’ın benzetmesiyle kancaya takılı değilken bir hile vasfı taşımayan ve yalanı temsil etmeyen solucan ‘ bir kancanın ucuna takılınca, onu saklayarak (kendi varlık gerekçesini) ben zararsızım diyen solucan yalan söylemiş olur ve bu yalan da onu anlamaya başlamış bir solucan yapar. Yani ancak ortada yalan söylemesi olası bir solucan varsa, gerçek bir solucandan bahsedebiliriz.’ İyimser bir bakışla bu şu demek bir yandan da, iyi ki bu yazarcık, yazarcağız, yazarımsı, yazarcacıklar var, yoksa yazar da, insan da yok olup gidecek.
Başta sosyal medya olmak üzere hemen her mecrada bir kaz sürüsünün aynı anda çıkardığı sesle, falan kitabın, falan yazar/şairin tellallığına (ki tellallık bir haberci özne olsa bile sonradan ticaretin malı olmuştur) soyunanlar, beyin kurnazlığına bağlı, iştah endüstrisinin elemanlarına dönüşürler. Sonra da ‘tazıları şaşırtmak için kendi kokusunu takip ederek geldiği yoldan geri geri giden tilkinin’ postuna bürünürler. İştah, mevzi olduğu kadar yöntem de değiştirir böylece. Hilekarlık, özne/öz değişim hamlesiyle öne geçer. Gerçeği siler. Oysa de L. Hayde, ‘hilekar, her tür iştahtan münezzeh olsaydı/ olabilseydi, artık hilekar olmayacak, solucan olarak kalacaktı’ demek ister.
Meselenin arkeolojisini, mitler, halk hikayeleri, destanlarla iyice derinleştirir Hayde. İlk yalan, ilk hırsızlık anlarına kadar dalışlar yapar. Bireysel olanla toplumsal olanı, sonra da hikayeler ve mitlerle pekişip insanoğlunun kültürel kodlarına dönüşen alışkanlıkları yorumlamaya girişir. Ki, güncel olan hemen hiçbir şey geçmişten ve mitolojiden kopuk değildir. Bugünün dünyasında, kültürün ve ona bağlı olarak, yazar ve yazı dünyasının ele geçirilmiş olması, temelde ‘besin tedariki’ ile de kaçınılmaz şekilde dipten ilişkilidir. Eskiden, ‘şairlerin Tanrıya giden köprüyü’ kurduklarına inanılıyordu. Şimdi, şair yerinden edilip yerine, yazar, yazarcık ve yazarcağız düzeni kurulmuşsa, kurulabilmişse, Nietzche’nin ‘karnından tamamen kurtulmuş olanlardan hakikat bekleyin’ sözünü de hatırlamanın zararı olmamalı. Bilmem ki ne der buna, yazar, yazarcık ve yazarcağızlar.