Gözümün önünde yatay ve dikey koyumsu ışık çubukları, yüksek bir odada duvarın yukarısına doğru kendiliğinden açılmış bir pencere duygusu veriyor bana.
Daha doğrusu bu ışık çubuklarıyla zihnim açmış bu pencereyi. Ne kadar zamandır orada? Bilmiyorum. Belki daha açık bile değil, gecenin karanlığı ile sabah arasında şuurun henüz uyandırdığı bir şekil. Muhakkak ki artık sabah oldu. Normal vakitlerde neredeyse çeyrek asırdır bedenim kurulmuş saat gibi. Bana rağmen uyanıyor. Kısa zamanda hazırlanıyor ve sokağa çıkıyor. Yürünmemiş sabah çiğnenmemiş ekmek gibi, sert, tatsız. Seviyorum bu ışık çubuklarını çünkü aynı anda hem kırılıyor, hem kıvrılıyor hem de birbirlerinin içine geçiyorlar. Perde gibiler ama değil. Daha yarı aralık gözlerime şuurumun dipten sunduğu bir yanılsama sanki. Sokağa çıkma yasağı var değil mi? Bu yüzden bu vakit buradayım!
Orada durmuyor ancak bu penceremsi alan. Seyrek bir keten kumaş geçirgenliği ile odama sesleri taşıyor. İlkin iri bal rengi gagası ile sabaha, odanın bulunduğu arka bahçeye, usta bir kontrabasçı hüneriyle aşinalık yükleyen o kuşun sesine yoğunlaşıyorum. Bir adı var mı onun? Kulaklarım aynı ses hızıyla alıcı bir kuş gibi sıçrayıp onun peşine düşüyor. Yok, yok. Sırroldu. Niyetimi mi sezdi acaba? Belki de kimseye göstermediği iri bal renkli gagasını görebileceğimi düşündü? Işık perdesi o an bir rüzgar etkisi varmışcasına şişti, sonra da yavaşça serildi. İşte bir teselli. Kumru. Her zaman İstanbul. Berlin’de New York’da, Moskova’da öterler mi böyle? İstanbul’u yurt edinmiş gibiler. Kumruya rakip değil de destekçi ses sekişiyle giriyor araya serçe.
Dünyanın ürkek çapkını serçe. Duvar aralarının, ağaç dallarının pervasız gezgini. İddiasız ama mutlak yan etki. Serçe sesi olmayan bir dünyayı düşünecektim ki…
Zihnim bir kez daha pencerenin daha dışına çıktı ister istemez. Yukarıdan bir is örgüsü döne dolana ve hızla aşağı iner gibi oldu. Karga. Bu karganın sesiydi. Düşen bir helikopter gibi varlığını duyurmak istedi. Çok kısa, daha bizim kara is örgüsü ağaç dallarına inmeden daha da yukarıdan koyu beyaz, kanatlı, eli bıçaklı kavgaya gidercesine martı çığlığı iniverdi. Ben iri bal renkli gagalı ile serçeye yazıklanacaktım ki, ani sessizlik her şeyi bürüdü. Sanki az önce olanlar olmamış gibi. Bin yıl sustu bütün varlık. Saymak istedim içimden. Şuurum açık mı? Nefesimi duydum. Dünyadayım. Bu kez uzun uzun ve kesintisiz kumrunun sunumu tekrar başladı. Çalı bülbülü, sinek kuşu, ispinoz, kuyruk sallayan, kırlangıç el ele verdi. Uydurmasam taklit bir horoz sesinden bahsedeceğim fakat kesin uyduruyorum. Bazen uydurmak da sevgilidir. Diyecektim ki…
Şehir günlerdir ne kadar kendisi, ne kadar dingin ve sessiz diyecektim ki bu kez, aşağıdan yukarıya doğru bir savaş narasının ilk perdesi açıldı. Kızgın ve mağrur bir kedi sesi şuurumun diktiği perdeyi tırmaladı. Yırttı. Hızlı ama kalın ilkelliği kadar keskinliği de bahçenin her yanına dolamak istiyordu kedi. Araya kırık kiremit düşüşü gibi cılız bir köpek havlaması karıştı. Sanırsınız yeryüzünde kedi kasıyla köpek kası, köpek siniriyle kedi siniri birlikte hareket eder bir varoluş efekti gibi birbirlerini tamamlarlar. Allah’tan mart çoktan geçti. Uzun sürecek bir aşk aryası dinlemekten kurtulduk.
Martının sesi aşağıya, denize doğru çekilmiş, karga onu izlemiş kumru ve serçe ve ismini bilemediğim ince sesler, aklımdan incir kuşu, yalı çapkını, dal güvercini, şen papağan demek geçti. Kimisi kırlangıçlar gibi daireler çizerek, dalışlar yaparak şakıdılar. Hiç bilmediğim bir lisanla seslerini inceltip titrettiler. Ben rüyanın fırınında pişen lezzetli bir ekmek halinde kabardım. Trakya sabahında bir hayal bisikletine bindim.
Yattığım yerden kalkıp dışarıya bakmaya niyetlensem de asla bunu yapmayacağım. Bir kaç dakikadır olup bitenler bir daha hiç olmayacaklar. Ne şu perde kalacak ne de kuş sesleri. Belki bahçe de uydurma, şu ışık perdesi de. Bal renkli iri gagalı kuş desen! Bak, nicedir uçak geçmiyordu. İşte gürültüsüyle her şeyin üstünü örterek geçiyor. Hayat bu. Gerçek.