Ben hep seninle yan yana durmak istedim. Yaptım da bunu. Sen farkında değildin. Ne zaman bir çizginin üzerinde dursan gerideysem öne çıktım, öndeysem geri adım attım. Öksürmedim. Seslenmedim. Bunu senin için yaparmış gibi görünmek istemedim. Ayağımı sürçmedim. Toz çıksın istemedim. Ne uzaklıktan söz açtım ne mesafeden. Senin çizgin başlı başına yeterliydi benim için. Sen de o çizgiyi emanet almış gibiydin. Aslında çizgi falan yoktu. Bu bizim içten, içli kabulümüzdü. Orada bir çizgi olduğuna inanıyorduk. Bazen bir yıldızın kuyruğu gibi uzuyordu. Bazen de zayıf, yeni doğmuş bir hilal gibi inceliyor, belli belirsiz titreyip duruyordu. Başkalarını da görüyordum çizgide. Senin yanında. Kimisi çok konuşuyor kimisi bin yıllık bir ağırlıkla susuyordu. Ayrı bir ağırlık vardı bakışlarında susanların. Ben bazen korkuya kapılıyor bu bakışlarda geleceğin işaretlerini görüyordum. Sonra birden aklımdan atıyordum bu düşünceyi. Bu çizgide her tür hesap, akıl yürütme, ekleyip çıkarma yoktu. Buraya gelen, burada duran ne sayılardan bir sayı, ne makamlardan bir makam sahibiydi. Hatta diyeceğim cinsiyetsiz ve yaşsızdı herkes. Beyaz, saf, pamuk bir kumaş gibi büyüyordu önümüzde mesafe. Sonra da her şey saf ve çelişiksiz oluyordu.
***
Kimse seni tavsiye etmedi bana. Öyle, kader makasının biçtiği bir uçurtma kuyruğu gibi takılmıştım rüzgarın dalına. Rüzgar ağaç mı ki dalı olsun, diyeceksin. İçinde kalmasın de. Asıl dallar görünmeyenlerdir. Asıl kuyular, çukurlar, tuzaklar gibi. Böyle söylüyorum ya, gerçeğin dışına taştığımı, olmayan bir dilde olmayan bir akılla konuştuğumu düşünme. Olan ne verdi ki bize olmayandan umudumuzu keselim? İşte ben belki daha on yedi yaşımda geldim yanına. Çizgine. Durdum. Sana yakın olmak istedim. Oldum. Bazen hareket ediyor, sağa ve sola kayıyordun. Yorulup da uyumayayım diye kendimi çimdikleyip duruyordum. Bazı adamlar ellerinde tebeşir, işaret taşları, tuhaf kemikler taşıyorlardı yanlarında. Bir kaybolma, çizgiden çıkma durumunda işe yarıyormuş. Ben hep ayaklarımın ucuna bakıyordum. Ne kadar da eşit ve güzel yapar herkesi ayaklarının ucuna bakmak. O kadarcıktır aslında dünya. İnsanın boyu kadar.
Geçtiğim yerlerde duvarlar ve üzerlerinde resimler vardı. Yüksek, geniş duvarlar. Resimler de büyük. Seni çizmişlerdi. Adını yazmışlar. Sonra da kendi adlarını eklemişler. Şehirlere, yollara, binaların cephelerine, havaalanlarına, deniz kenarlarına türlü türlü resimler yapmışlar, afişler asmışlardı. Çizgindeyiz yazıyordu hepsinde. Çizgindeyiz. İşte bunlar da bizim ayak izlerimiz. Parmak izlerimiz. Kurban olalım sana. Sen bizi kabul et. Yanında durmamıza izin ver. İyi de sen kimdin? Ben bir kere bile düşünmedim bunu.
Bir sabah erken uyandım. Akasyalar patlayıp coşmuştu her yanda. Sütsüz kalan bebekleri düşünüyordum. Övünen çeneler geliyordu gözümün önüne. Sırım gibi akasya dalları her şeye inat sarkıtmışlardı çiçeklerini. Baygın bir koku vardı havada. Elimi kaldırdım, dallardan birisini eğdim ve burnumu çiçek salkımlarına gömdüm. Kapadım gözlerimi. Yalın çıplaktı her şey. Yine on yedi yaşımdaydım. Önümden tatlı bir ırmak akıyordu. Ona bırakmayı istiyordum bedenimi. Götürsün, sürüklesin, balçığa bıraksın beni. Belki yumuşak balçıkta dinlenirdi içimdeki gençlik ağrısı. Dalı bıraktım.
***
Tekrar etmemin sakıncası yoksa söyleyeyim. Ben seninle hep yan yana durmak istedim. Durdum da. Görmedi beni kimseler. Görsünler istemedim. Sen naza ve saltanata alışmıştın sonra. Ekmek deyince başka bir şey anlıyordu serçelerin dışındaki herkes. Taş deyince bir derenin içinde balıkların saklandığı yosuncuklar unutulmuştu. Ne yapılabilirdi? Şikayet edecek halim yoktu. Sen çağırmamıştın hiçbir zaman beni. Hoş geldin, şurada, şöyle dur dememiştin. Belki öyle söylesen arkama bakmadan çekip giderdim. Duruyorum yerimde. Çizgide. Sağıma soluma bakmıyorum. Gözlerim ayak uçlarımda. İlk geldiğim andaki gibi.