Ahmet Büke’nin yeni öykü kitabı Varamayan’ı okuyorum. Daha doğrusu ilk bölümü iki kez, ikinci bölümü bir kez okudum. Buna rağmen okuyorum diyorum, çünkü iyi kitaplar bittikleri yerde tekrar başa döndürürler okuru. Dil ve hayatla kurdukları etkileyici irtibat ve yarattıkları canlı karakterler sayesinde olur bu. Ahmet Büke de hem hayata bağlı hem de dilci bir öykücü. Canlı karakter yaratmakta ise oldukça hünerli. Hayat bazen en sıradan olanın en sert gerçekliğiyle belirir onda. Dil ise bu gerçekliği bir dokumacı kuşu inceliği ile örer. Bir yandan olay, bir yandan insan ama asıl dili duyarsınız, dilin o hep kurucu vasfını görürsünüz. Buna bir de Ahmet Büke’nin doğa ile kurduğu, gözleme dayalı esaslı etkileşimi eklediğinizde karşılaşacağınız edebiyat seviyesi kendiliğinden yükselir.
Bir seviye olduğu kadar göstergedir bugünkü öykümüz için Büke. Varamayan’daki sadece Varamayan Ahmet ve Eski Ağrı öykülerini göz önünde bulundurduğumuzda bile görebiliriz bunu. Yazar, kendisini geri çekerek toplumu ve onun özü bireyi öne çıkarır. Toplum insan tekindeki düğümdür ve edebiyat tarihsel şartların attığı bu düğümü açmaya değil anlamaya çalışır. Birinin adına, birine görünmek, kahraman olmak veya kahraman yaratmak için girişmez yazmaya. İnsan zaten çok katmanlı ve çözülmesi zor bir varlıktır . Ahmet Büke katman aralıklarını hayatla doldurur. Öykücü olarak, kendi benliğini de ait hissettiği dilin gücüyle gidecektir insanın üstüne. Onu yerli yerine, ontolojik ve sosyal gerçekliğine dil ile yerleştirecektir. İşte, Varamayan Ahmet öyküsündeki kişi, kişiler biz de olabiliriz, dedemiz, babamız veya herhangi birisi de olabilir. Sembolik olarak topluma da tarihsel bir kesite de dönüşür zorlamadan. İnanırız ki oluş inandırıcıdır. Yazar, onu kemik iliğinden yakalamıştır. Eski Ağrı öyküsünde ise bir elmas parçasının keskin ışığı yansıtması benzeri bir duyuşla buluşuruz. Ontolojik töz tam da insan olma vasfımızı delip geçer.
Varamayan Ahmet, kendi içinde kimi açık ve saklı göndermeleri de içeriyor. Biraz aşırı yorumla ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nın çağdaş bir yorumu olarak da okuyabiliriz onu. Sadece demiryolu, tren geçtiği için değil, tarihsel bağlamı doğrudan olmasa bile dolaylı yoldan kuşattığı için de bu yorumu yapabiliriz. Oğuz Atay ve Demiryolu Öykücüleri belki şapkanın altında kalır ama Yusuf Atılgan’ı görmemek olmaz. Bu yolla da yazar kendi iç teşekkürünü işletir. Bir sinemasal gerçeklik yanında pekala rüya içi bir karabasan duygusu da getirir öykü. ‘Bir yere gidememek’ zaten aslında gidecek bir yeri olmamak yazgısıdır. Coğrafyada değil, varlığın içinde de işler yazgı. Ama denerler insanlar bunu. Yazgı çemberini kırmaya niyetlenirler. Ahmet Büke, nasıl tabiatın iyi ve diriltici tarafını işletirse, insanların da iyi tarafını görmeye/ göstermeye temayüllüdür. Bu temayül onun tabiatı bir fiziki ilişkiler bütünü değil adeta bir özne gibi öykülere geçirildiğinde hissedilir. ‘Saros Körfezi güneşin altında yanan bir suydu.’ cümlesi sadece görsel bir etki yaratmaz canlı bir varlık olur. İri, biraz korkutucu ama kendisinden emin bir canlı.
Varmak, başarmak, kazanmak, yükselmek bunlar çağdaş hayatın hedefleri olabilirler ve değişik ilişkiler ağıyla insanı koşullayabilirler. Hayat gittikçe içi soğuyan bir maden ocağına dönüşebilir. Her daha çok kazma her daha çok kazanma ihtirası sonuçta o büyük göçüğü hazırlayabilir. Büke’nin eleştirelliği öykünmeci, konjoktürel ve güncel konulara bağlı gelişmez. Edebiyatın çeperi ve çekirdeğinden kopmadan sessizce yapar eleştirisini. Kötüyü değil sadece kötülüğü de görür. Her devirde farklı yüz ve söyleme büründüğünün farkındadır. Varamayanların safında kalmanın paklığı okura duyurulur. Yazar varamayanlardandır.
‘Cümle mahlukat varma telaşındaydı bir yerlere… ‘ cümlesiyle biter ilk öykü. Ama öykünün kendisi daha bir yere varmamış, varmak istememiştir. Varmak bunca zaman bir şey getirmiyorsa belki varamamanın içinde kalmak gerekir. Orada kim ve ne barındığını duymak için de, tekrar öyküye, öykülere dönmekten başka yol gözükmüyor.