Üslubu olanın kültürü vardır. Hatta diyeceğim kültür üslupla asıl amacına ulaşır, insanın akıl ve ruh ereğinin tacı olur. Ve yine diyeceğim ki bugün biz bir üslubumuz olmadığı için kültürden uzağız ve derdiyle yanıp yıkılmadığımız bir kültür yaratamadığımız için de üslubumuzu bir türlü bulamıyoruz. Ortalığın bunca toz duman, meydanın insan tökezleyişlerle dolu olması da bundan.
Bilmek doğruyu söylemenin tam gerekçesi olmadığı gibi asıl bilgi üsluba büründüğünde bilgi olur, taşa, kağıda, duvar, mermere değil, ruha ve gönle dokunur, yerleşir. Maddi bilgi kadar manevi, estetik ve sosyal bilgi için de geçerlidir bu. Üslup tülbendine bürünmeden toplumun birbirine karşı kara çalarcasına bilgi sıçratmasına ne diyeceğiz? Benim bilgim durulup bir ahlak hızı kazanmıyorsa yaralamaktan öte neye yarar?
***
Üslupsuzluğumuz günlük hayatta birbirimize davranışımızda açığa çıkmıyor sadece. Bir fikri savunurken, bir fikre karşı çıkarken ve hatta sevgimiz kadar öfkemizi de anlatırken açığa çıkıyor. Hele tarihi, yakın tarihi, onun tartışmalı olay, kavram ve şahıslarını konuşurken iyice zirve yapıyor üslupsuzluk. Söz çağının çocukları akıl çağının kumaşını dokuyamıyorlar. Duygu hemen hareket, akıl bir dur hele…Ne sözden vazgeçilir oysa ne akıldan.
Dünün kıt bilgileri ve kapalı toplum yapısı ortamında doğruluğu ve yanlışlığı yanında ne işe yarayacağı tartışılıp eleştirilmeyen ve özel bir marifetin ürünüymüş gibi kabul gören nice bilgi, yorum ve davranış bugünün açık ve bilgi toplumunda çatırdayıp çöküyor. Daha bilgi edinme yöntemini tartışamayan birey ve toplum öbekleri, ellerindeki yalan yanlış, doğru bile olsa kültürle süzülüp, eleştirel süzgeçten geçmemiş bilgilerle milletin karşısına geçip konuşuyorlar. Böylesi bir dilin her zaman hazır bekleyen karşıtlarının şakşağı altında verip veriştiriyorlar. Senin kanın benim canın, senin kutsalın benim kahramanım…Senin namusun benim masumluğum…
Yakın tarih için söyleyelim, bugün iyice anlaşılmıştır ki, bizim elimizdeki bilgilerden çok Ruslar, Alman ve İngilizler belge ve bilgi sahibi konumundalar. Böylesi bir gerçeklik karşısında ilkin kendi sefil bilgisizliğimizi tartışmak varken, ahlak, toplumsal değerler ve bilimsel ölçülerle tartışılmamış kırık bilgilerle konuşmak, hüküm vermek, toplumu kandırmak aynı yere, bizim üslupsuzluğumuza çıkar. Ki üslup sahibi kimse şahsi hüneriyle kırıntı değerindeki bilgiden bile üslubu sayesinde büyük bilginin eşiğine varabilir.
Karşılıklı önyargı, kolaycılık, kategorize etme, bilmeden çok şey biliyormuş havasına bürünme epeyce ilerlemiş sosyal hastalığımız. Tekrar, durmadan tekrar, inadına tekrar bu üslupsuzluğun başka bir yüzü. İma, alay, aşağılama başka bir yönü.
Şimdi herkesin evinde, uydudan gelen yayınları izleyebileceği teknoloji harikası televizyonlar var. Sesini kısıp da yabancı kanalları gezmeye başladığınızda, Alman ile Fransız’ın, İngiliz ile Amerikalının, Yunan ile Türk’ün üslubunun renklere ve hareketlere şaşırtıcı şekilde yansıdığı ve birbirinden ayrıştığı görülür. Bu şu demek, biçimle değil üslupla ayrışır ve siz olursunuz.
***
Desem ki şimdi ben, üslup oturuşunuz değil kalktığınız yerde bıraktığınız sıcaklıktır kimse şaşırmaz. Çünkü üslup öğrenilir bir şey olmaktan öte içimizde barınan daha özel bir şeydir. Bu yüzden sahtekarın plastik yüzü, hesaplı sesi, amaçlı akıl yürütmesi ilkin aklımızı çelse bile sonra güvenimizi sarsar sonra da insanlığımızı yaralar.
Bir biçim ve ölçü değil bir tutum ve rikkat yanında ruh meselesi yapmalıyız üslubu. Bilgi, görgü ve yaratıcı düşünüşle genişletmeliyiz. Ekranda konuşurken, gazetede yazarken, topluluk karşısında konuşurken değil sadece, ekmeğe ve zeytine uzanırken, bir bebeğin gözlerine bakarken, bir kitabın ilk sayfasını açarken, ‘sevgilim’ derken, başkasının ölümünü düşünürken, yağmura selam verirken…