Depremde binalarımız kolayca yıkılıyor, millet olarak hızla yardımlaşmaya koyuluyoruz ancak çok çabuk unutuyoruz. Böyle olunca her depremde, üç tekrar kanununu yeniden işliyor ve hep başa dönüyoruz. Kolay yıkılış, hızlı toparlanış, çabuk unutuş…
Hacı Bayram Veli’nin ‘nagehan ol şara vardım/ol şarı yapılır gördüm/ben dahi bile yapıldım/ taş u toprak arasında’ dediği, yapılmanın ve şehrin çok uzağındayız artık. Bir tür zamansallık içi ortak hayat ve oluş ideali taşıyan bu mısralar, sadece Anadolu ve Rumeli’ye adım adım yayılışı, maddi yapılaşmayı değil insanın yapılışını da içselleştirir. İşte uzağına düştüğümüz olgunun tam da karşılığı budur. Şehirler madden yapıladururken, insanın dışta kalması. Onun ‘dıştalaştırılması’dır güncel olan.
1950’den bu yana, tarihte hiç görülmediği kadar inşaat yapılıyor Anadolu yarımadasında. İnsana karşı şehirler kuruluyor. ‘Kavimler göçü’ benzeri ‘halklar göçü’ne şahit oluyoruz. Ki bu, ilkin İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirlerin, insanla birlikte, insan için ‘taş u toprak arasında’ yapılagelme karakterini değiştirdi ve sonra da son otuz yılda, diğer şehirlerin kimyasını bozdu. Kent-köy nüfus dengesinin değişmesi, alt yapı üst yapı sorunları ötesinde bir insan ve insanlık meselesi oluşturdu. Kanaat sahibi ve üreten insan yerine, hırslı ve tüketen insan tipini üretti. Bu sonuç kaçınılmazdı. Doğal olmayan bir süreç işliyordu çünkü. Kent-köylülük ve onun sonuçları kendi kaosu içinde günü kurtarıp yaşayabilirken hesap etmediği bambaşka bir şey vardı: Tabiat...
Tabiatın kanunları günlük işleyişin dışında gelişir. Bu yönden, Türkiye haritasını sağdan sola göz önünde getirdiğimizde, baş parmağı aşağıya, Hatay’a, orta parmağı ise bir ok gibi Trakya’ya kadar uzanan el benzeri fay hatlarının, adeta pençe atıp, Anadolu’yu ele geçirdiğini görürüz.
Deprem fayları, tabiatın röntgenini verirler. Kilometrelerce uzandıkları bölgeler verimli topraklar, yeraltı suları, termal hazneler, dağlar, ırmaklarla donanmıştır. Deprem, toprağın ruhudur karakteri olduğu kadar. Bunu değiştiremezsiniz. Ama şehir kurma yöntemimizi gözden geçirebiliriz. Depremin akıl ve yöntem icbar eden kanununa kulak verebilirsiniz. Eğer bu ısrarla yapılmıyorsa, Hacı Bayram Veli’nin dillendirdiği oluş şuurunu yitirdiğimizi ve ‘taş u toprak’ ile de sembolize edilen Anadolu kıtasına hakkını veremediğinizi kabul etmelisiniz.
Tabiatın karakteri bize bir ilerleme ve akıl diyalektiğini ısrarla sunduğu halde, bizim inadına duygularımıza abanmamız sürdürülebilir mi? Yardımlaşmalar duyguyla yürür ama büyük yıkımlarda duygu da çöker. Öyleyse yaklaşan ilk depremde kolayca yıkılacak binalar yapmayı sürdürüp, deprem olunca yine yaraları sardıktan sonra yine çabucak olup biteni unutmaya devam edecek miyiz? Bu kadar fütursuz, yaygın ve kötü yapılaşma, bir noktadan sonra her şeyin sonunu getirmez mi? Kötü yapılaşma insan tabiatını da bozmaz mı sonuçta.
Nüfus artıyor, şehirlere akın devam ediyor, tarım alanları terk ediliyor, hızlı ve kötü yapılaşma bırakın kültürel bir bağlama dayanmayı maddi olarak da bir esenlik taşımıyorsa, yolun sonuna gelinmiş sayılmaz mı? Kötü ve pahalı gıdalarla insanını zehirleyip kanser eden, trafik kurallarına uymadığı için her yıl binlerce insanını trafik kazasına kurban veren bir ülke, aklı, bilimi ve ahlakı kullanmayıp insanını yok etmeyi sürdürüyorsa orada bir büyük tuhaflık yok mu?
Bu kaçınılmaz depremlerin ve değiştirilemeyen fay hatlarının üstünde, yarın olmazsa bir gün, binaların başımıza çökeceği bilgisiyle nasıl hayat sürebiliriz? Bu trajik sıkışmışlık kaderle izah edilebilir mi? Dün Elazığ’daki deprem yine unutulmayacak mı? Bir sonraki depremde, (en yakını İstanbul belki) yine binalar kolay yıkılıp yine milletçe hızla yardımlaşıp sonra da çabucak unutacak mıyız? Bu üç tekrar kanunundan, bu fasit daireden çıkış yolu yok mu? Gerçekten yok mu?
Yoksa, insan değil, taş ve toprak mı inisiyatif alacak, insanı taştan topraktan doğurup, bizleri de, geçmişte kalmış taş ve toprak diye müzelere mi koyacak? Kim bilir?