Toprağı terk ederek kurulmuş hayatın matah bir şey olmadığının anlaşılması yeni bir durum değil. Modern zamanlar ve onun örgütlenme biçimleri insanları topraklarından koparıp yeni mekânlar kurmuştu. Kentler, ürettikleri yeni idealler ve sundukları imkânlarla cazibe merkezi olmaya başlamıştı. Yeni bir mekân ilahiyatı demekti aslında bu. Dinî (her yönden) kaynaklı şehirler yerine sanayi merkezleri kentler, kısa zamanda büyük yerinden olmaları da beraberinde getirdi. Bilerek ‘göç’ yerine ‘yerinden olma’ diyorum çünkü göç etmenin zaman içinde şekillenen kendisine has bir kültürü ve ontolojisi vardı. Tıpkı tehcir, sürgün gibi. Keza her biri hukuki birer kavramdılar aynı zamanda. Şimdilerde kullanılan göçmen kavramı da sorunludur, unutulmasın. Göçün bir yüzünde barınan gönüllülüğü gölgeler o.
İş, sağlık, eğitim, konforlu hayat vb. gerekçelerle kentlerin etrafına yerleşen kitleler yalnızca toprağı değil, toprakla kurulmuş en az bin yıllık hikâyeyi de terk ediyorlardı. Türkiye ölçeğinden düşündüğümüzde bir aşağılama ifadesi olan köylü, aynı zamanda toprakla ilişkisini sonlandırmamış, sosyolojik bağlamda dar ilişkiler içinde kalmış demekti. Her değişim yıkımla ve yok saymayla gelir bizde. Elektriğin ulaştığı yerleşim merkezlerinde gaz lambalarının şiddetle yere çarpılmasıyla mesela, kente gelenlerin toprağı unutması zihniyet bakımından aynıdır. Gecekondu ise bu unutuluşun tampon bölgesi olmuştur. Artık arsaya inilmiş, varoluşun mayasından sızan toprak arkaik yüklerinden sıyrılıp, alınıp satılan (veya alınıp satılması büyük bedel isteyen) bir metaya dönüşmüştür. Bu bize sanayilerini kendileri yaratamayan ve kapitalizm sürecini ithallikle yaşayan ülkelerin (‘3. Dünya’ denildi onlara) ortak görüntüsünü, toprakla kurulan çarpık ilişkilerini verir. Gelişen çarpık kentleşme değildi de yalnızca, çarpık topraklaşmaydı.
Hikâyeyi bütün eski söylemlerle beraber düşünüp insanın topraktan gelip gelmediğine bağlamaktan öte Proudhon’un ‘Mülkiyet Nedir’ kitabında kurduğu cümleye atıf yapmakta yarar var. Her şey, birinin eline uzunca bir çubuk aldıktan sonra kendi etrafında dönerken bir çizgi çizmesi ve burası benim demesi ile başlamıştı, diyordu filozof aşağı yukarı. Eğer burada dikkatimizi etrafına çember çizip de burası benim diyene çevirirsek yanılırız. Her teklif veya emir çevresinde bir onay grubuna da ihtiyaç duyar. Burası benim diyenler, hayır orası onun olamaz diye düşünmek yerine aynısını ben de yapayım ya da sıra bana da gelsin dedikleri için ilk sözü söyleyen hep bir adım önde yürümüştür. Zaten mülkiyet yapılanması olan kent sadece toprakla yetinmemiş, havayı da parsellemiştir.
Bu bir öngörü, kehanet veya distopya değil. Gelecek kavgası yeniden toprak üzerinde olacaktır. Temiz ve verimli toprak nitelikli şekilde hayatta kalmanın şartına dönüşürken, yoksulların sayısı daha da artacak, güvenli gıdaya ulaşmak gitgide zorlaşacaktır. Dolayısıyla Marmara ve Trakya bölgesi gibi nitelikli topraklarının büyük kısmını ‘yozlaştıran’ Türkiye’nin, Iğdır Ovası’na dek inen Kars Platosu, Amanosların setlediği Amik Ovası, Muş Ovası ya da Kızılırmak, Yeşilırmak vd. su havzaları gibi onlarca nitelikli yöreye bambaşka gözlerle bakması, vakit kaybetmeden sahip çıkması beklenir. Politikanın yüksekliği ancak başkasının sesine kulak vermekle, toprak sevgisi de hamaset ve kutsayışın çemberinden çıkarak hayat adına nitelikli düşünmekle mümkündür.
Dildeki hiç bir kelime tesadüfen doğmaz ve binlerce yıl varlığını sürdüremez. Toprak da kendi dilimizin kurucu kelimelerinden biridir ve onca anlam zenginliğini yaşayarak kazanmıştır. Sadece çevre, ekoloji, organik tarım gibi yeni terimlerle ona yaklaşamayız. Gerçi hâlâ ‘toprak’ adında klasik olmuş bir düşünce kitabımız yok ama adında ‘Bereketli Topraklar’ geçen harika bir romanımız var. Ömer Lütfi Barkan ve takipçisi iktisat tarihçilerimizin çalışmaları da yabana atılır cinsten değil. Yunus Emre gibi kurucu şairlerin, Âşık Veysel gibi ozanların yorumları da daima kaynak değerinde. Bugün toprağı düşünmeye başlamak hayatımızın geleceğiyle ilgili olduğu kadar güvenliği ve niteliğinden de bağımsız değil. Toprağı düşünmeyen insan zaten boşlukta sallanan bir eşyaya dönüşmez mi?