Paul Lafargue, dilimize ‘Tembellik Hakkı’ adıyla çevrilen kitabında Kapitalizmi kıyasıya eleştirir. Kapitalist uygarlığın hüküm sürdüğü ulusların işçi sınıflarına, ‘çalışma aşkı’ denilebilecek tuhaf bir delilik musallat olmuştur. Birey, çalışan, işçi, kendisi dahil gelecek soyunun bile yaşam enerjisini tüketinceye kadar sürdürdüğü bir çalışma tutkusunun pençesindedir. Dahası din adamları, iktisatçılar ve ahlakçı kanaat önderleri emeği kutsallaştırarak bu aşka hizmet etmişlerdir. ‘Kapitalist toplumda, çalışma her türlü düşünsel yozlaşmanın, her türlü organik deformasyonun nedenidir’. Kısaca, kapitalizm, insanın çalışma istencini kendi kölelik sisteminin altın zincirine dönüştürmüştür. Proleteryanın bu altın zincire duyduğu iştiyak bireysel ve toplumsal sefaletin kaynağıdır.
Tatil için geldiğim yerde, kaç gündür, ani yaz sağanaklarının canlı tuttuğu türlü ağaçlar, kuş sesleri, çiçekler, ballanmaya durmuş böğürtlenler hasılı dinginliğin telkini altındayım. Dinlenmenin iklimine bedenen ve ruhun bütün uzviyetinle dahilim. Böyle bir ortamda böylesi bir kitaba dalmanın çelişik ve düşündürücü yanları var. Sadece Türkiye’de değil kapitalizmin hamlelerine ‘mesai’ ve ‘çalışma aşkı’ ile maruz kalmış modern toplumlarda gerçekten bir ‘tembellik hakkı’ndan söz açılabilir mi? Devletin, patronun onanıyla çıkılan tatiller güdümlü bir ‘çalışma aşkı’ nın devamı mı? Zihin bir yandan her tür olasılığın rehavetine kapılırken, alttan alta çalışan geri dönme fikrinden kurtulabilir mi? Biz dinlenirken çalışan köleler miyiz?
***
Tabiat bu konuda açık fikir verecektir elbette. Çalışmayı bir tür organik kendiliğindenlik sadeliğine indirmedikçe kavramsal ve pratik sorunların arkası gelmeyecektir. Yeryüzünde her gün yan gelip yatarak, kolunu kaldırmadan dünya nimetlerinden yararlanan mutlu bir azınlık hep olagelmiştir. Tembelliğin, insan tabiatından gelen kaçınılmaz psikolojik sebepleri de bulunabilir. Ama, insan sonuna kadar tembel olabilir mi? Onu çalışmaya itecek bir erdem düşüncesi yok mu? Bir arının, bir karınca ve kelebeğin hayatta kalma dürtüsü kadar doğal olamaz mı insanın çalışma fikri?
Ya insan soyunun yüzünü timsah derisi gibi sertleştirip geren şartlar, doğayı tahrip eden gelişmeler, hastalıklar, savaşlar, güven duygusunun yitirilişi, yaşamanın her anına yayılmış yumuşak şiddet! Ekonomik göstergeler, bankalar, kanunlar, savaşlar. Nasıl oluyor da tatilde anlam yitimine uğruyorlar. Bir kiraz yaprağının çağrışımı birden yola çıkıveren ters dönmüş kaplumbağa bütün bunları nasıl altüst ediyor?
Bu düşüncelerle o yandan bu yana dönüp dururken dünya markası spor ayakkabımın yan tarafındaki dikişlerin attığını fark ettim. Rahatça bir şekilde yürüyüp gezebilmem için tamir edilmesi gerekti. Büyük şehirde olsa halletmek daha kolaydı. Etrafa sordum. Tatilimi geçirdiğim yerde birisinin bu işi yaptığını öğrendim. Dükkanını daha doğrusu barakasını buldum. Kapalıydı. Sabah açıp öğleye kadar çalışıyormuş. Bu kez sabah erkenden gittim. Dışarıya bir makine çıkarmıştı. Etrafında insanlar vardı. Yoksullar tabanı çıkmış, sağdan soldan parçalanmış ayakkabılarını biraz da çaresizlikle ona gösteriyorlardı. Tamirci, ilkin savaş görmüş bir adam intibaı uyandırdı. Esmer yüzünün sert kemikleri gözlüklerinin arkasında saklanan gözlerinde derin uçurumlar açıyordu. Kendi derdimi anlatırken utandım. Perişan ayakkabılar yanında benim örme spor ayakkabım anlam kaybına uğramıştı. ‘Çözebilir misiniz, böyle bir sorunum var’ dedim ve atmış dikişleri gösterdim. Hızla bir nazar attı. Bir şey söylemedi. Makineye iplik takıyor. Yapıştırdığı deriyi çekiçliyor ve büyük bir ciddiyetle çalışıyordu. Yanında anlamsızlığım kadar sessizliğim de arttı. Ayakta sırasını bekleyen çaresiz hasta gibiydim.
***
Bu kısa ama ‘tembellik hakkı’nı yeniden düşünmekle geçirdiğim uzun süre, ayak önüme uzattığı bir çift terlik sesiyle sona erdi. Bir tabure gösterdi. Spor ayakkabıyı inceledi. Makasla atan dikişleri temizledi. Keskin bir aletle dikişlerin birleşme yerini kesti. Eyvah ayakkabıyı mahvedecek dedim kendi kendime. Çekmeceden mini bir yapıştırıcı çıkardı. Temizlediği yere sürdü. O bölgeyi çekiçledi. Makinenin başına geçti. İpliğin rengini değiştirdi. İtina ile dikti. Dikiş iplerini tekrar özenle kesti. Sağlam olup olmadığını gererek ölçtü. Cebinden çakmak çıkarıp son iplik parçalarını yok etti. Nazikçe ayağıma uzattı.
Ne kadar borcum diye sordum sesim titreyerek. ‘İki’ dedi. 2 nasıl, dedim. İki lira efendim, dedi. Efendim kelimesi bir pastanın içindeki muz kadar yumuşaktı. Olmaz dedim, elime gelen ilk kağıt parayı uzattım. ‘Mahcup etmeyin’ dedi. Yok yok, ben mahcubum dedim. Uzaklaştım. Kendi kendime sordum, insanın tembellik etme hakkı olabilir mi? 2 lira tembelliğin tam nesini karşılayabilirdi? Ah benim kafamı böyle durmadan karıştıran şeyler. Ah Lafargue. Ah şu tatil günleri. Ah kapitalizm.