İnsanlar duygularıyla pek çok yere bağlı olsalar bile gitmedikleri, yaşamadıkları o yerlerin cahilidirler. Ancak bu duygularını maddi ve manevi gerekçelerle yüksek düşünce katına çıkaran toplumlar uzun vadede birbirlerine bağlılıklarını sürdürebilirler. Çok kültürlü, çok uluslu ve dini anlayışların farklılıklar sergilediği geniş coğrafyalarda buna daha çok ihtiyaç vardır. Şam, Halep, Bağdat, Mekke, Medine, Selanik, Üsküp, Semerkant, Buhara deyince insanımızın gözleri yaşarır, gönlü kabarır. Duyguları harekete geçer. Maddi birer isim olmanın ötesindedir bu şehirler. Yüzyıllar içinde, inanç, tarih, kültür, folklor, sanat, edebiyat bu algıyı yoğurup pekiştirmiş, duygu basıncını yükseltmiş sonra da bu algı son bir yüz yıldır adım adım varoluş gerekçesinden soğumuştur. Duygular hiçbir zaman tek başına aradaki maddi ve manevi zinciri korumaya yetmez. İnsan geliş gidişleri başta olmak üzere, ticaret, etkin düşünce iklimi ve ortak idealler gerekir. Salt duygu sonunda hamasete bürünür ve bu yüzden Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle yaşanan duygusal buluşma yürütülememiştir yakın geçmişte.
***
Suriye, Halep, Şam içerdeki faşistler ve dışarıdan akın eden barbarlar tarafından parçalanıp yıkılmadan önce, Kasyun Dağı’na çıkmış oradan gün güzeli Şam’ı seyre dalmıştım. Ne yöne bakarsanız bakın Emevi Camii ve Hamidiye Çarşısı’na dönersiniz orada. Hamidiye sizi İstanbul’a, Emevi Camii’de İstanbul’u Şam’a bağlar. Hele, Mimar Sinan’ın Süleymaniye Külliyesi’ne eriştiğinizde, Osmanlı ruhu ortak medeniyet minyatürüne dönüşür, bağrındaki son bahtsız padişah Vahdettin ile birlikte kederli bir içlenişe bürünür. Dileyen gönlünü, Emevi Camii’nin hemen yanında yatan Selahaddin Eyyubi’ye kaydırabilir. Selahaddin Eyyubi ise Kudüs’ü sadece İstanbul’a taşımaz, Üsküp’e, Saraybosna’ya bir fincan Türk kahvesine ulaştırır, kokusuyla insana bir var olma bilinci de aşılar.
Kasyun Dağı’na çıkıp kollarını açıp yüzünde rüzgarı duymayan, Şam’ın ak lokma güvercinlerine, İbn-i Arabi’nin Yavuz Sultan Selim nazarlı derinliğine, yetmedi Feyruz’un güneşten ışıklı sesi yanında Nizar Kabbani’nin civa gibi akışkan şiirine bakmayanlar şimdilerde, Türkiye’de gazetelere, televizyonlara düşen Suriyeli haberlerindeki şuurumuzu yakan yangını da hissedemezler. Suriyeliler, Anadolu topraklarına sığınmış mülteciler değildirler. Manen ve maddeten hak sahibi oldukları bir ülkede özgürce yaşama ve dolaşma hakkına sahip eşit insanlardır. Bu tarihin kesin bir hükmüdür. Suriyelilerin ülkemizde neden bulundukları duyguyla değil akılla anlaşılabilir.
Şam’da ben, Akdeniz neşvesi ile yaşayan cıvıl cıvıl insanlar görmüştüm. Sofralarına oturdum. Parlayan gözlerle İstanbul deyişlerini duydum. Baptuma kapısında durup 2009’un bitişini izledim bir yılbaşı gecesi. Yıldız yıldız sarkıyordu yaşama aşkı her yönden. Hele eski Şam’ın 13. Yüzyılı hemen önüme getiren dar ve sürprizli sokaklarında güvenle yürümenin vecdi nedir bunları yaşadım. Onların ülkeleri parçalanmış, kadınlar, çocuklar acıya boğulmuşsa bu bir gazete ve televizyon haberi değil bizim ciğerimizdeki ateş bezesinin tam kendisidir. Onların ülkesi Suriye bizim yanmış evimizdir.
***
Suriye’nin ne olduğunu bilmeden duygularla sonuna kadar bağlanamaz toplumlar. Bu duyguların değişik gerekçelerle yüksek düşünceye ve ortak varoluş kaderine mutlak bağlanması gerekir. Halep ile Antakya sadece kilometre olarak birbirlerine yakın değildirler mesela. Kendi hayat zevklerini hayatın maddi gerekçeleriyle ustaca ören dünkü dünya artık yok. Bugün birer polisiye olay yanında siyasal hamaset derecesine indirildiğinde Suriyeli olmak, İstanbullu olmaya da dönük bir yıkımdır. Konya, Kayseri, İstanbul, Bursa gibi şehirler, geçmiş çoğulluklarından düştükleri için de bugün bünyelerine katılacak her tür doğal yapıyı bir büyük yabancılıkla dışarı atmaya çalışacaktır. Evet çoğul kimliğini yitiren biraz da Türkiye’dir ve Suriyelileri konuşmak Türkiye’yi konuşmaya denktir.