Şimdi ben göklerden daha yüksek, yerden daha derin veya çağla bademi rengi sadeliğinde bir şeyden bahsetsem söz arada kalacak. Anlam, kış mevsimindeki tipiye tutulmuş çıplak ağaç misali bir bilinmez karaltı halinde dönüp duracak. Sen gözünü açsan kirpiklerin donacak. Ne göklerin kat kat yüksekliğine çıkmak ne de yerin kat kat altına inmek mümkün değil ayrıca. Belki kırlara doğru biraz açılsak vaktidir çağla bademinin.
***
Madem ki biz soyut düşünmenin ve onu dillendirmenin emeline düşmüşüz, şaşırıp da geri dönecek, ağzımızda uçan kuşu kafese kapatacak halimiz yok. Narın adından değil de ekşisinden söz etmenin daha kalıcı olacağından zerre şüphemiz yok. İmanımız sebeplerden değil sebepsizliğin tam da kendisinden. Görseydik belki de her şeyi çıplak gözle bu kadar sevmezdik. Irmağı, suyundan dolayı çiftçiler sevebilirler. Ama bir de onun ay ışında şarkılı akışını düşün. Balıkların allı pullu kayışını. Ya bir güzel kadın gibi karanlıkta eğilip de saçlarını uzatışını söğütlerin! Madem ki soyut düşünmenin ve onu ifade etmenin emeline kapılmışız söylediğimiz sadece ırmak değil. Su kıvrılmasaydı zamanın akışını da bilemezdik değil mi?
Şimdi ben, geçmiş gün, bir sabah elimde şemsiye, sırtımda yağmurluk, bir kitapçıya dalıvermiş ve ne var ne yok diye merak içindeydim. Günümün her anı kitaplara doğru çözülmüş ve ucu bulunmaz bir yumak gibi dağıldığı halde, uslanmaz bir teyakkuzla daha daha diye inliyor, o sayfadan bu kitaba yol arıyordum. Fakat göklerden bile daha yüksek bir yerlerden, bulutların çok çok üzerlerinden, dünyayı hasretle özlemişçesine yağan yağmur, her yeri göz gözü görmez hale getiriyor, içeri ile dışarının, için içi ile dışın içi onun buğusunda kucaklaşıp cilveleşiyordu. İşte o zaman her şeyi, bir iri avizenin yere düşüp parçalanması gibi dünyaya döndüren bir şey oldu. Saçları yağmurdan sicim olmuş serçe gibi bir genç kız, içeri girdi, heyecanla ve nefes nefese; ‘soulmate cafe nerede?’, ‘biliyor musunuz?’ dedi. Soru birden bire öylesine dalmıştı ki içeri. Sanırsın vitrini kırıp girmişti. Kitapçı genç çocuk, başını kaldırmadan, ‘bilmiyorum’ demekle yetindi. Ben ise o anda, yerle gök arasında, yerden daha derin ve göklerden daha yüksek bir anın içinde çağla bademinin kadifemsi serinliğinde çakılıp kaldım.
Madem ki soyut düşünmenin ve onu dile vurmanın emeline düşmüşüz, öyleyse ‘soulmate’ kelimesi şu ayaklarının önünde kibrit gibi tutuşurken ne yapacaksın? Ruh ikizini hangi uykudan uyandırıp da koluna gireceksin, gel şöyle seninle kelimeler ormanına gidelim, bakalım hangi yangınlar hangi ağaçları yok etmiş, hangi kuşun kanadından çalılıklara hangi renkler takılmış onu mu bekleyecektim? Elimde o yün yumağı, hazırlanmış da yuvarlanmayı bekleyen bir büyük kartopu kütlesi gibi duruyorum. Yükseklik ile derinlik arasında bocalıyorum. Çağla bademi desen, ürperiyor.
***
Bu kötü mü? Bu umulmadık ama hayatın her anında durmaksızın kendisini tekrar edip duran çözülme karşısında, soyutlama emelinden vaz mı geçeceğiz? Öyle halka halka gerçekliklerle kuşatılıyor olmalı ki artık dünyamız, insanın iç dili çoktan dışarıdan gelen dilin hakimiyetine teslim olmuş. Eğer, bunu da, ayranın ekşisini düşünmeden çözeceğimizi sananlar var ise şapka çıkarmaya hazır olmalıyız. Olaylar hep birbirine benzerler. O yüzden yerin dibinde petrol arar insan. Gökte meteorolojik tahminde bulunur. Aklı karışmasın, düzeni bozulmasın ister. Ne zaman ki soyut düşünce devreye girer, yumurtadaki civcivi, limondaki küfü görür, alın çizgilerinde derinleşen kötülüğün kelimesini bulur. Dünya kendiliğinden böyle olmaz çünkü. Soyut düşünmeyen faydacı düşünür. Çağla bademi ise hiç aklından geçmez.