‘Soft Power’ kavramının dilimizdeki karşılığında bir problem var ama, evrensel geçerliliği düşünüldüğünde bu anlamı kullanmaya devam edecek gibi gözüküyoruz. Ben olsaydım, ‘yumuşak güç’ yerine ‘ruh gücü’nü tercih ederdim. Sonuçta amaçlanan da bu. Bir toplumun, kültür, sanat, inanç, düşünce ve günlük yaşam inceliklerinin kristalize tarafı. Fiziksel gücün karşısındaki değil üstündeki güç. Çünkü bir toplumun fiziksel gücü olmayabilir ama ruh gücü yüksektir.
Şu anda dünyanın her yerinde büyük bir gerilim var. Berlin, Paris, Brüksel, İstanbul, Souel, Mexico City, Roma gergin. Kapitalist dünyanın küresel egemenlik savaşı din, ırk gibi faktörlerle ateşleniyor. Teknolojinin getirdiği açık ve hızlı iletişim küresel etkileşimi kolaylaştırıyor. Ekonomik ve demokratik dengesizlikler toplumları derinden sarsıyor. Yeryüzü değil sadece gökyüzü de talan ediliyor. Kimse kendisini tam güvende hissetmiyor. Peki tam olarak ne oluyor ve gelecekte tam olarak ne olacak? Yuval Noah Harari’ye kulak verecek olursak bizimle birlikte klasik insan nesli son bulacak.
***
Ne var ki, bütün bu gerilim kuşatmasına ve umutsuzluk dalgasına rağmen, sinemadan müziğe, edebiyattan felsefeye pek çok alanda yaratılan eserler hem bu olguya eğiliyor hem de insanı en evrensel yanından yakalayarak umut oluyorlar. Edebiyatın özellikle roman üzerinden bir ‘yeni insan iletişimi’ kurmaya çalıştığı gözlemleniyor. Belki de geriye, daha kendisine çekilen şiir var. Bu onun estetik değeri ve duyarlık içeriminin dışında bir durum. İşlev kaybının getirdiği sürtünme hasarı. Fakat, nitelikli insan tekindeki özsel karşılığı yüksek.
Soft Power noktasından baktığımızda, bu gücün içeriye değil dışarıya bir konumlanış olduğu açıktır. Ülkeler bu güçlerini yaymak amacıyla enstitüler kuruyorlar. Goethe, Cervantes bunların en yaygın ve bilinenleri. Yunus Emre Enstitüsü de bu maksatla faaliyet gösteren bir kuruluş. Türkiye’nin ‘yumuşak gücü’nü dışarıya duyurmak ve yaymak. Evrensel karşılığı yüksek olduğu için bu faaliyetlerin uzun vadede iyi yönetildiklerinde amaçlarına varmaları imkansız değil. Kültürel strateji ve demokratik çoğulluğu, ülkenin tarih ve dil gücüyle birleştirdiğinde kendi gelişimini de güçlendireceği açık. Hele Türkçe’nin Doğu-Batı eksenindeki hattı göz önünde tutulduğunda ‘vazgeçilmez’ bir gereklilik olduğu da ortada.
Geçen hafta, Roma Yunus Emre Enstitüsü’nün davetlisi olarak hem 21. Mart Dünya Şiir Günü etkinliğine katıldım hem de Türkiye’de Modern Şiiri Aramak başlığıyla bir konuşma yaptım. Avrupa Kültür Enstitüleri Birliği’nin organize ettiği toplantı da bir kere daha gördüm ki Türkiye, Avrupa’nın bir parçası değil ‘kolu’. Zaten, Yunus Emre Enstitüsü’ndeki konuşmamda bu ayrımın değerini de vurguladım. Modern şiir bağlamında baktığımızda, Modern Türk Şiiri’nin ‘Avrupa’nın bir kolu’ olma gerçekliğinin, Avrupalı entelektüel ve yayıncılar tarafından ıskalanması kadar Türkiye kültürel stratejisini yürütenlerin bu zenginlikten habersiz olmalarını doğurduğu anlamsız sonuçlardan söz ettim. Hala aynı kanaatteyim ki iki yüz yılı bulan ‘Batılılaşma’ maceramızın en özgün ve yaratıcı tarafı modern edebiyatımız ve şiirimizdir.
***
Klasik Türk şiiri nasıl geçmişte, İran ve Arap şiirini alt ederek kendisine özgü bir orijinallik kazanmışsa, aynı şekilde Batı şiirinden başta etkilenmekle yola modern şiirimiz yine kısa zamanda kendi modern özgünlüğüne kavuşmuştur. Bu toplum kadar zor dilimizin mucizesidir. Türkçe hayat ve coğrafyamız kadar zor bir dildir evet ama bu zorluk onun yaratıcı hamlelerini güçlendiren ‘soft power’ durumundadır. Umuyor ve bekliyorum ki, kurumsal özgüvenini kendi kültürel gücünün derinliğinden alan ve bu derinliği stratejik hamlelerle dünyaya sunma hedefini güden Yunus Emre Enstitüleri uzun vadede Türkiye’nin ruhunu hep diri tutarlar.