Erdal İnönü parti lideri iken bir etkinlik için Şile’ye gitmiştir. Yoğun çalışma temposu arasında yanındakilere ‘Unutturmayın Nuriyeme uğrayacağız’ demiş. Bu uyarısını birkaç kez tekrarlamış. Bir an önce şu toplantı bitse havası varmış yüzünde İnönü’nün. Ve yine eğilip ‘Nuriyemi bana hatırlat’ demiş yanındakine. Onun yanındaki ikide bir uyarıyı alan kişiye; ‘Erdal Beyin çapkın yönünü bilmiyorduk, bu Nuriye kim? Yahu’demiş. Uzun boyu ve kemikli elleri içinde sakince gülmüş, ‘güya ülkenin en aydın geçinen ve sanatı kültürü başkalarına bırakmayan kitlesinin hali’ demişti bana bu anekdotu anlatan Ressam Nuri İyem. Bu anı burada böyle dursun isterim. Işıttığı ve gösterdiği alan hem çok yönlü hem de yeterince net ve geniş çünkü.
Her zaman şiirsever ve fakat şairsavar bir görüntüsü var ülkemizin. Şiiri sever ve ilk fırsatta onu okur hatta yazar görünüyoruz. Meydanları onunla coşturuyor liderler. Ne güzel. Ne var ki iş şaire, onu bilip anlamaya hatta şiir kitabı alıp okumaya geldiğinde işin rengi birden değişiyor. Şiir bir kez şairden çıktıktan sonra adeta kamu malı niteliği kazanıyor, okuyan istediği yerde, istediği şekilde onu renkten renge, şekilden şekile sokuyor. Şairleri yer değiştiriyor. Hatta kısaltıyor biraz cüretle kelimesini bile değiştirebiliyor. Hemen ilk halde şiire tutunmamız, oradan destek almamız şüphesiz tarihle ilgili. Şiir ve edebiyat tarihi ile değil tam da tarihin kendisi ile ilgili.
***
Mevlana Konya’ya geldiğinde sağda solda dedikodu, fısıltı alıp başını gitmiş. Bu nasıl hoca, biz ondan vaaz bekliyoruz o şiir söylüyor demişler. Önce duymazdan gelmiş Mesnevi şairi. Gülüp geçmiş. Bakmış ki ateş ve kötülük sızıntısı, varlık vesvesesi dinmiyor; ‘eğer babamın ülkesi Belh’de kalsaydık medresede ders okutup camide vaaz edecektik. Ama burası Rum ülkesi, buranın asıl dili şiirdir’ demiş. Bu yüksek poetika, parıltısı, ruh ve gönül onarıcılığı hala capcanlı devam eden eserler yazdırdı şair Mevlana’ya. Hem de burada, Anadolu coğrafyasında.
***
Osmanlı olduğu kadar düne kadar ve çokça Cumhuriyet ve bugün de şiir ülkesidir Türkiye. Birbirine yakın zamanlarda aynı yüksek seviyede ancak birbirinden ayrı şiir ve şairler akışı bunun delilidir. Hiçbir toplumda birbirine yakın birkaç yüzyıl içinde Fuzuli, Baki, Nedim, Şeyh Galip, Yahya Kemal, Akif, Haşim, Necip Fazıl, Nazım, Süreya, Uyar, Karakoç ve Akın gibi şairler dile dizilmez. Bu bizim en mucizevi yanımızdır. Bu mucize de dil ve düşünce tarihi ile aydınlatılabilir. Duygu ve hamaset coşumlarıyla değil. Bir millet durduğu yerden okunur asıl, şiir bizim dile duran ruhumuzdur.
Ne ki zevk ehli aradan çekileli, şehirler başta olmak üzere günlük hayatın paradigması çoktan altüst olalı beri, şiir sevmekte ve şaire bakmakta hep duyguların ve savunmacı alışkanlıkların mahkumuyuz. Anlık algılıyor, günlük düşünüyor, birden sahiplenip aniden terk ediyoruz. Yakın geçmişin tarihi boyunca iç Cumhuriyet’in has şairlerle hep kavgalı olması ve bu kavgaya göre de saf ve siperlerin belirginleşmesi zihin ve zihniyet dünyamızın ayıbıdır.
***
Şiiri istediğimiz an ve işimize göre kullanırken şaire güvenmememiz ve onun ne diyeceğine, ne söyleyeceğine itimat etmememiz, mülkiyetçi, mutlakiyetçi olduğumuz kadar estetik ve özgürlük içinden bakamayışımızla da ilgilidir. Oysa şairlerinin ne diyeceği ve ne söyleyeceği kestirilemeyen toplumların geleceği açıktır. Şairden korkulmaz. Kaldı ki korkularımız hem bizi ele verir hem de bizi biz yapar. Nabza göre şiir değil şiire ve sadece şiire göre şiir şairlerin şiarıdır.