Sezai Karakoç’u bir düşünür olarak ayrıksı kılan, karakterinin antirefleksif özelliğidir. Öncülleri kabul edilen Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi aktörlerden bu özelliğiyle farklılaşan Karakoç, aktüaliteye göre konum almaz. “Hasbilik” onu yaratan ana etkendir ve çocukluğa dayanır. Sezai Karakoç’un şiir ve düşünce dünyasını çözümlemeye el veren yeterince kaynak var: Yazıldığı dönemde hak ettiği ilgiyi görmeyen “Hâtıralar”ı sadece kendisini değil Türkiye’nin içini de taşır mesela. Neredeyse çok az söyleşiye yanıt vermiş görünse de başta “Sütun” olmak üzere nice eseri bir kendi kendine röportaj bakışıyla okunmaya uygundur. Özellikle “Sütun”un bazı bölümleri 1960’lı yıllar boyunca âdeta Karakoç’un kendisini nasıl “icat” ettiğini ve ülkenin siyasasına çokça bulanan “inanç üzerinden düşünme” konusunda ne türden bir hassasiyet içinde olduğunu görmemize imkan verir. Hasılı Sezai Karakoç’ta düşünme, süreç içinde erginleşmiş hasbi bir erektir.
Erken “evden kopuş” onda bir tür “düşünce kuluçkası” etkisi yapacak ve fakat “erişkinliği çocuklukta yaşanmış” bir dünya olgusu onu hep belirleyecektir. Biyografisi dikkatle okunduğunda yaş dışıdır da Karakoç. Ne çocuk, ne genç, ne de yaşlı... Daimî dirilik onun sanat ve düşünce yoluyla ördüğü hayat görüntüsüdür. Hatıraların girişinde “dört yıkılmışlık” içinden gelmekten söz açar. Aslında başka bir yönden onu yıkan değil dipten yapan duyuşun zeminidir anâsır-ı erbaa olarak bu dört yıkılış. İmparatorluk, Medeniyet, Şehir ve Aile arka arkaya parçalanırken bir yeniden kuruluş, diriliş istenci de yaratır. Sosyo-kültürel bağlamda son demlerini yaşayan Ergani ve çevresinden birer olumlu arkaik kalıt gibi Karakoç’a geçecek idealizmi ve onun hasbi düşüncesini çözmek için 1960’larda yazdığı iki şiire bakmaktan yanayım.
Şüphesiz sanat eseri kendi başına bağımsız ve indirgemeye kapalıdır. Ancak sanat eseri olarak yoğun ve etkin metinleri ileri taşıyıp biyografiye ışıtmanın ne sakıncası olabilir? Sezai Karakoç’ta hasbi olarak düşüncenin kaynayıp geldiği yeri kavramak açısından “Çocukluğumuz” ve “Küçük Na’t” şiirlerine bakacağım. “Diriliş”in ilk çıkışını izleyen süreçte 1960 ve 1962’de yazılan bu iki şiir, onun düşünce uzayına açılan teleskop gibi geliyor bana. Âdeta zamanda dolaşacağı galaksi için bir giriş... Kavgasız ve polemiksiz düşüncenin, ırk, din, dil, cinsiyet ve coğrafya ayırt etmeksizin inanç özdekli bakışın maverası... Bir süre sonra çıkılacak şehir öncesi yaşanmış ashâb-ı kehf uykusu... Kutsal kitaplar, din/dinler tarihi, klasik edebiyat, batı düşüncesi ve edebiyatı ile kurulmuş yakın okumaların paralelinde gelişmiş bir düşünce yolculuğu...
Burada onun kitabına isim olan “şahdamar” kelimesine tutunacağım ve “Çocukluğumuz” şiirindeki o incilenişe parmak basacağım: “Annemin bana öğrettiği ilk kelime/ Allah, şahdamarımdan bana yakın benim içimde”. Bu mısralarda “şahdamar” bir odaktır ve dünya ile kurulan bağlantının merkezidir. Karakoç’un düşüncesi dünya ile kopmaz bir bağlantı içindedir ama oraya bakışının ödeği Tanrıdır, Tanrısallıktır. Ve âdeta peygamberane bir edayla bunu ona telkin eden annedir. Bu saf hasbilik, onun ömür boyunca dini, dünya ile kirletmemesinin yegane temelidir. Karakoç’un yüksek şiir duyuşunun metafiziği de buraya bağlanır. Ve devam eder şiir, peygambere inerek... Bu kategorik genişleme, açılım geleneğe de atıftır aynı zamanda. “Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi” olmanın kaderinden kurtulamayacaktır belki ama, bir tür ebedi geri dönüş miti olan “diriliş” için kopuş, büyük ayrılış kaçınılmazdır.
“Herkesin konuştuğu dilden mahrum/ Ama yepyeni bir dil konuşmanın sevinci”. Bu mısralar “Küçük Na’t” şiirindedir ve 1962 tarihlidir. Karakoç’un şiiri yanında yeni düşünce diyalektiği böylece açığa çıkar. O âna değin pek çok ağız konuşmuş, sözünü söylemiştir. Hakkıyla söyleyen de vardır, sözü yakan da olmuştur. Şimdi ona düşen, çağın dilini yakalamak, “yepyeni bir dil konuşmanın sevinci”ne adanmaktır. Bakmayınız siz bugün diriliş kelimesinin popüler olmasına. Şurada 20-30 yıl öncesine gelinceye kadar yadırganan, görmezden gelinen, ötekileştirilen bir kelimeydi o. Ayrıca Sezai Karakoç’un şiir ve yazılarında kullandığı pek çok kelime sebebiyle (yaratmak, Tanrı vb.) nelerle karşılaştığının yakın şahitlerindenim. O ise her zaman kararlı soğukkanlılığını korumuştur.
Burada iki şiirinden hareketle Sezai Karakoç’un düşünce dünyasına açılan kapının eşiğinde durmak istedim. O bir demagog, polemikçi, gününe göre yön değiştiren, politik güç karşısında yalpalayan bir mantığın değil ta en başından doğal bir düşünme eyleminin içinde olmuştur. Eğitim, devlet, kadın, çocuk, ekonomi, demokrasi, parti, üniversite, anayasa, din, sanat, tarih vb. yüzlerce konuda fikir üretirken “ana ilkenin hakikat” olduğu prensibinden ayrılmaz. Hakikat de muğlak bir kavram değil en somut şekliyle kendi hayatıyla billurlaşan şeydir. Şöyle de söylenilebilir; Sezai Karakoç şiiri topyekün o yüksek müphemiyetin diline bürünüp evrensellik mayası kazanırken, düşüncesi sonuna kadar somutlaşır, güncel, uygulanabilir önerilere dönüşür. Onun düşünce üretiminin merkezinde hayata bağlılığın hayatiyeti vardır.
Bazı çevrelerde telif bir eser yazmadığı, doğrudan doğruya bir kavramı bütün sınırlarına götürmediği yolunda konuşmalar yapılıp durur. O, akademik bir düşünce adamı değidir. Hasbi düşünsel bir içlenişe sahiptir. Ekol/okul peşinde gitmez onu yaratmaya koyulur. Taşıyıcı değil öncüdür. “İslâm” kitabı düşünce yeniliği ve orijinallik bakımından binlerce sayfadan değerlidir. Bu kitapta dillendirdiği “inkâr hakkı” sahipsiz kalmıştır. “Kıyamet Aşısı”, “Yitik Cennet”, “İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü” gibi kitaplar birer düşünce atomu gibi parçalanmasını sürdürmektedir. Bağlamlı düşünme ve okumalarla onun “dölleyici düşünce” vasfı daha da açığa çıkacaktır.