Diriliş mimarı Sezai Karakoç üç yıl önce bugün dünyadan göçtü ve arkasında pek çok aralık bıraktı. Telaşlanmayın, aralıktan kastım boşluk değil kelimenin tam anlamıyla üzerinde düşünüp taşınmaya imkan veren açık hayat, düşünce, tutum ve eser çeşitliliğidir. Ölümünden hemen sonra onu ‘kapatmaya’ çalışan pek çok hamleye rağmen onun açıklıkları bir imkan olarak ışıyor. Sanat, düşünce ve eylemi kendi günlük ayarlarına uydurmaya çalışanlar akla hayale gelmedik yorumlara yöneldiler fakat. Ve ilk başardıkları da onun düşünsel mantığının esasına yaslanan her tür güce karşı olmak mesafesinin aksine Osmanlı Tarihinin en tartışmalı ve haksızlıklarla örülmüş bir dini mekanına gömülmesini sağlayarak yaptılar. Oysa o, en baştan beri müdanasızlığın ve mütevazılığın çeperinde kalmayı hüner bilmişti. Şöyle düşünüyordu; İslam medeniyeti kurucu vasfını hareketten almakla kalmayıp her fert kendi mütevazı tavrıyla sadeliğin kozasından çıkıp hakikat mayasıyla hayata doğru yol aldığı için adaletli bir toplum örüntüsü mümkün olmuştu. Gelişme çevreden merkeze doğruydu. Ayrıcalık, merkeze taliplik inancın baştan reddettiği bir anlayıştı. Sezai Karakoç hiçbir konuda kendisine yukarıdan bir elin müdahale etmesine izin vermedi. İşte bu aralık birden kapatıldı ve onun üstüne hak etmediği bir ayrıcalık şalı siyasal güç perdesiyle örtüldü. Etrafı efsane ve mistik dille çitlendi.
Sezai Karakoç’u diri kılan taraflardan birisi de hayatla kurduğu gerçek bağlantıydı. Bulanık mistisizm kadar afaki metafizik ve fıkhın labirentlerine dağıtılmış donuk dinsel kavramlar bulmacasına düşkünlük onun derdi değildi. ‘İnkar Hakkı’nı yazmış olmasını mesela kendi düşünsel farklılığının temel göstergelerinden biri diye örnek verirdi. Kişi, lider, şeyh, ağa, patron, üstad vb her tür yüceltme ve putlaştırmaya karşıydı. ( içten içe ve karşı duramadığı bir üstad olma çelişkisi elbette taşıyordu içinde, burası ayrı.) Çok küçük yaşta evden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu zorunluluk hayatın duygu ile realite arasında salınan doğasını okumakta şahsına özel bir yeti kazandırmıştı. Onun dünyayı ‘bir sürgün yeri’ diye yorumladığı görüşüne kapılanlar, hayatın en zorlu anında bile, kahvede otururken garsona elini kaldırıp ‘çay!’ ( Judy Garland gibi çay) diye seslenmesini veya Kadıköy çarşısından yarım kilo balık almasını, göbekleri mutluluk çemberiyle dolananları değil de ‘liman önlerinden dönen, işsiz hamalları’ düşündüğünü kabullenmek istemezler. (Atılmış kömür toplar/ Annelerinin zoruyla çocuklar.) Sezai Karakoç’un şiiri hayat ile insan arasına gerilmiş mutlu olmasa bile yaşamanın şevkiyle dolu ‘aralıklar’dan neşet etmişti. Çocuklara ‘yapı aralıklarından bakmayı unutmamayı’ öğütleyen bir şair, bir anın içine sığdırılmış çok geniş bir zaman fikri müjdeler. Kiraz ile ölüm arasında kurduğu o unutulmaz anıştırma ölüme değil yaşama şevkine çıkar yine sonuçta. ( Görebildiği bir yere koydurdu kirazları/ Kiraza baka baka öldü). İnşaat histerisiyle göklerin kalbini çizenler, onun’ Sen tabiatın içinde tabiatla birlikte fakat tabiat üstüsün’ ayrıştırmasını fark edemediler.
Sezai Karakoç yekpare ve baştan sona değin idealistti. Ayva çiçeğinden yaza çıkan bir sezişle kendi algı tülbentinden sezdiği hemen her kavram sonuna kadar onda yorulur/ yoğrulur sonra da her hangi bir mutlak sonuca veya artistik sunuma uğratılmadan öylece, o ham haliyle o aralıkta bırakılırdı. Yazdığı yazıları işleyen tığın bir taze çiçek başı gibi uç verdiği yerde ışıyan kırılganlık bundandı. Bir ispat adamı değildi Karakoç iddia öznesiydi. Her ne kadar Hatıralar’ı oldukça savunmacı bir üslupla yazılmış intibaı veriyor olsa bile, o Hatıralar’dan süzülen insan tipinin özü/ özeti bir yere bağlanan ve oradan nemalanan insan örneğini değil aksine her hal ve şartta baş kaldırıp bir başıns hayata katılan insanı imler. ‘En zor, inanılmayacak derecede zor, her tarafın kapkara kesildiği bir yerde bile bir toplu iğne başından bile küçük ışık sızan bir nokta mutlaka vardır, beni bunca zaman hayatta tutan bu düşünce olmuştur’ sözünü defaatle söylerdi kendisi. Zaten, Türkiye’nin hemen her yaratıcı şahsiyeti, semiz ve kaynağı meçhul imkanları üleşerek değil yokluğun matematiğini yeniden yaratarak var olmuşlardı. Bu halde, Karakoç’un yanaştırıldığı üleşme ( kültürel, siyasal, ekonomik, inançsal vs) onun gerçekliğiyle uyuşmaz.
Sezai Karakoç’u yapan temel dinamikler tartışmasız şairliği ve dölleyici düşünceye açık kapı bırakan mutlakçılığıdır. Uzun vadede Türkiye’yi şairler kurar ve şiir ideolojik kabuklarından koparıldıkça insan ve toplumu kuşatma katsayısı yükselir. Onun modern şiirimizde tecrübe ettiği yeni, kentli ve inançlı bireyin estetiğini bulmuş güzellik arayışıdır da. Güzellik estetik ve düşensel özgüveni kuşatarak geçmişte ve gelecekte yer almak arzusu taşır. İnanç uyuşmuş bir romantizm değil ‘ekmek kadar aziz’ bir somutluktur. Şiir aradan çekildikçe hele tıpkı dünya soğuması gibi Sezai Karakoç da zamansallığa bağlı bir dönem refleksi olmaktan kurtulamaz. Onun geride bıraktığı aralıkları eleştirel aklın ve kayıtsız sevginin paralelinde düşünmek bir türlü dilden düşürülmeyen yarın nazariyesinin röntgenini çekmek anlamına gelir. Türkiye’nin birbirine pek benzeyen çevreleri hayatta çok yalnız bıraktıkları yaratıcı özneleri kendilerine benzetme iştahına kapılarak onların insan için açık bıraktıkları aralıkları da kapama suçu işlemeyi sürdürürler. Sezai Karakoç’un özgüvenli örnekliği siyasetin çarpılmış geometrisinden çıktıkça insana ve geleceğe aralanır.