Adam bir dönerci dükkanı açmış. Sonuçta pişmiş et satacak. İlave olarak içecek, turşu, salata ve tatlı sunacak. Neredeyse lezzetli ve güvenilir döner bulmanız artık çok zor. Buna rağmen adam, dükkanın üstüne öyle tabelalar asıyor ki hayret edersiniz. Sanki bir dönerci dükkanı açmıyor, koskocaman bir panayır çadırı kuruyor. Yetmedi gece gündüz elektriğe ve ışığa boğuluyor tabelası. Metrelerce geriden yanıp sönüyor. Dönerci böyle yapar da eczacı durur mu? O da abanabildiği kadar abanıyor sokağa. Sanki insana şifa olacak eczayı değil de, çıfıt çarşısı örneği akla hayale ne sığarsa onlarla dolduruyor eczaneyi. Terlik, şeker, sabun, oyuncak...Peki tatlıcılara, lokumculara, simitçilere ne demeli? Onlar da kaptıkları ilk köşede tabela davulu çalmaya, cazgırlık edip gürültü çıkarmaya başlıyorlar. Vitrinlerinin doğuya özgü abartısı bir yana yine renkleri biçimlerine, konumları hacimlerine yakışmayan tabelalar, tabelalar. Sanki milletin gözünde görme sorunları var, sanki böyle olunca sattıkları malın verdikleri hizmetin kalitesi artacak. Dahası devlet daireleri, üniversiteler, okullar. Bu yarışa, bu yağmaya, bu coşkuya, bu karnavala kapılmış gidiyorlar. En son İstanbul Valiliği’nin tabelalarını gördüm. Sanki başka valilik binası varmış gibi bas bas bağırıyordu. Ben buradayım ben buradayım. Vali benim, valilik burası...
Neden böyleyiz biz? Neden sessizce kendimizi sevemeyiz? Neden sakince konuşamayız? Üsküdar’da yapılan binaların pencereleri bilerek küçük tutulurmuş ki tarihi yarım adadaki yapılar görkemli görünsün diye eskiden. Bu ince bir delikten ışığa bakmaya benzer. Delik küçüktür ama içeri aldığı ışık veya gözünüzü dayadığınızda gördüğünüz ışık büyüktür. Kendisine güvenen görünmenin ve göstermenin pornografisine kapılmaz. Sessizce altını çizer varlığının. Tabelasıyla değil lezzetiyle, hizmetiyle, kalitesi ve tasarımıyla göz doldurur, var olur. Tabela, bir zevksizlik ve bencillik anarşisidir.
Hala anlam verememişimdir. Mesela İstanbul’un neden Londra gibi ve LONDON formunda ortak, kabul görmüş, simgeleşmiş bir estetik formu yok? Bunu yaratacak tasarımcımız mı yok? Hiç sanmam. Daha burada birlik sağlayamamış bir şehrin/ ülkenin kendi kendisini ifade karmaşasına, anarşisine düşmesi normaldir diyeceğim ama gönlüm elvermiyor. Bu gözle bir dolaşın etrafı. Çarşıları, sokakları, hastaneleri, okulları, lokantaları, yurtları, mobilyacı ve eğlence yerlerini bir gezin. Hemen her yerde, her köşede, o çiğlik, o kabalık, o estetik yoksunluğu ve ruhsuzluk. O gürültü, o gürültü. O dayatma.
Bir kez olsun sessizce sevmek düşünülemez mi? Şehrin girişine kocaman İstanbul tabelasını astığınız zaman orası İstanbul mu olur? O şehri şehir yapan başka şeyler değil mi? Bunca insan, tabela vergisini ben veriyorum nasıl olsa diye dilediği yere dilediği büyüklükte ve renkte cisimler asabilir mi? Bu insanlara bu işin zararları anlatılamaz mı? Yerel yönetimler önleyici ve yol gösterici olamaz mı? Yoksa onların da bütün derdi metrekare veya hacim ölçüsüne bağlı olarak aldıkları vergi mi?
Peki ya insanlar? Ya bizler? Bu konuda daha duyarlı olamaz mıyız? Bangır bangır ismini bağıran dönercinin masasına oturmaktan kendimizi alıkoyamaz mıyız? Görsel olarak bize yönelen bu kakafonik saldırıya karşı düşünce geliştiremez miyiz? Bir tür röntgencilik, görsel pornografi ve düşünsel karmaşa çarpıklığı olan bu manzara karşısında susmanın ötesine geçemez miyiz?
Ben sevdiklerimiz karşısında çıkardığımız seslerin onlara verdiğimiz değerin de karşılığı olduğuna inananlardanım. Bir şehir, sessiz sessiz, idrak ede ede, sindire sindire, ağır adımlarla, dura düşüne de sevilebilir. Yaygaracılığa ve çığırtkanlığa değil yaptığımız işe ve yaşadığımız şehre odaklandığımızda hayatımızın kalitesi kendiliğinden yükselecektir. Çok sesin, çok ışığın, çok eşyanın, çok şeklin, çok adamın bulunduğu yerde çoktan ipin ucu kaçmış, hayatın ve güzelliğin dengesi bozulmuş demektir. Sessizce sevenler düşünceyle severler ve bu kalıcı olduğu kadar koruyucu da olur.