Motor ve makina çağı başlayalı beri ses gürültü kisvesiyle dünyanın her yerinde cirit atıyor. Sessizliği boğuyor. Gökte süzülen uçaklar, denizde yol olan gemiler, yollarda arabalar, evlerde elektronik aletler, metrolar, fabrikalar, okullar, yanımız yöremiz o ses yaratığı gürültüyle dolu. İnsan doğanın saatini bozduğundan olacak başında çalan çanı bir türlü susturamıyor. Nicedir bir yük gemisinin çok derinlerden saldığı uyarı sesi sabah uykularımıza bir merak efekti diye sokulamıyor. Ne çatıda yağmurun çıkardığı tatlı endişe var ne bahçelerde kırlangıç şenliği. Tren düdüklerinin bozkırda bir teselli hatırlatması gibi süzülüşü de yok. Sesle yarışan çok hızlı trenlerin göze yaydığı sert telkin, endişe verici.
Fakat, sessizlik dediğimiz, her şeyin susup öldüğü, donuk bir hali değil tam aksine ırmağın tatlı tatlı akışı benzeri seslerin birbiri içinde değer ve denge bulmasına karşılık gelir. Sadece suyun şırıltısı yoktur derede, ırmakta. Akarken topladığı yan seslerle de birleşmiştir. İnsanın ‘yeryüzünden şairane bir mukim’ olarak geçip gitme hakkı elinden alınalı beri o hop oturup hop kalkıyor. Sessizce bir yerde baş dakika geçiremiyor. Teyakkuz halinde sırasını bekleyen kurban misali bıçağın bilenme sesiyle ürperiyor. Hegel’e atfedilen bir anekdot tam da buna karşılık gelir gibi. Napolyon bütün şamatasıyla Hegel’in yaşadığı şehirden geçerken, hizmetçisi sakince koltuğunda oturan filozofa koşup; efendim herkes balkonlarda, Napolyon hazretlerinin geçişini izliyor, siz bakmayacak mısınız deyince, filozof hiç istifini bozmadan, desene tarih kapımızın önünden geçiyor’ demiş. Bir yandan filozofla politikacının ayrıldığı yerdir burası. Biri kalabalıkla, diğeri tekillikle beslenir. Yine de şamataya, gürültüye karşı sessizliğin tinini ima eden bir yanı var bu anekdotun.
Bütün bu olup bitene rağmen arabalar, ev aletleri sessizlik niteliğiyle pazarlanmaya çalışılıyor. Şehirler ‘sakin’ sıfatıyla kendilerini ayrıştırmak derdinde. Tatil mekanları, akla hayale gelmeyen paralara alınıp satılan evler sessiz, sakin, doğayla uyumlu, huzur dolu bir ortama sahip oldukları iddiasıyla reklam ediliyor. ‘Söz gümüşse sükut altındır’ atasözü ise tam özünden soyulup başka bir anlam deliğine sokuluyor. Sükut eden kişinin konuşma dili ıskalanıyor. Susmak geri çekilmek değil sessizliğin hakkını teslim etmektir sonuçta.
Sessizlik bir hak mı yoksa bir ayrıcalık mı artık? Geçen hafta alınan bir kararla pazarcı esnafının yüksek sesle bağırması yasaklanmış mesela. Böylesi alanlar insan sesinin geleneksel bağlamda renklendiği yerlerdir ve yasak getirilmesini iyi düşünmek gerekir. Tatil yerlerinde her tür hakkı ihlal ederek çalınan müziklerden, kimi semtlerin sokaklarını insafsızca talan eden eğlence mekanlarından ayrı düşünmek gerekir. Bir kez olsun Ahmet Rasim’in ‘İstanbul’un sesleri’ yazısını okuyan kişi, ses dengesinin bir şehri nasıl mayaladığını görür. Bir orman, bir bahçe, bir plaj nasıl sessiz düşünülemezse bir semt pazarı da bağırış çağırış olmadan şevkini kaybeder. Sükuneti ancak temel bir hak görüp şehirleri, hayatı ona göre tasarlayabildiğimizde sesle varoluşumuz arasındaki dengeyi sağlayabiliriz. Mesela klakson çalmak en barbar hareketlerden biridir ve başta eğitim ve saygı olmak üzere pek çok çağrışımı vardır. Ses çıkarma hakkının doğa kadar insana yöneldiğini her vesileyle ayakta tutmak gerekir.
Sessizlik pek çok organik şey gibi gittikçe sadece zenginlerin mi hakkı olacak? Her tür barbar sesten ayrılmış bölgelerde imkanı olanlar yaşamanın huzurunu sürerken geri kalanlar sessizce bir kenara çekilip bir dakikalığına da olsa varolmanın huzuruna kavuşmanın hayaliyle mi yaşayacaklar?