Tabiatın en zalim varlığı şüphesiz insandır. Hemen hiçbir canlı bilinçle başka bir canlıya işkence etmez, kötülük işlemez. Bir maymun cinsinin kendi yavrularına yaptıkları kenarda tutulduğunda her şey besin döngüsü içinde olup biter canlılar aleminde. Bu yüzden doğanın en zayıf varlığı sayılan insanın dengesi için kültür gereklidir. Kültür sayesinde ayakta kalır çünkü o. Levi- Strauss’un ‘ileri geri kültür yoktur, sadece kültür vardır’ tanımı, onu iktidar ve bir mülkiyet konusu olmaktan çıkarıp bir varlık ve değer olgusu yapmıştır çoktan. Kültür denilen mesele sonuçta hayat içinde insanın insana karşı ve diğer varlıklar önünde güven hizasına çekilmesidir. O sebepten eski dünyadan beri toplumlar barbarlar ve medeniler diye ikiye ayrılırlar. Medeniler yani kültür sayesinde koruyanlar ve korunanlar, barbarlar; yani yok ediciler. Ve zaman bize göstermiştir ki ancak kültürle hukuk üretebilen toplumlar diğer varlıkları koruyabilirler. Din, dil, ırk gibi etkin faktörler tek başına koruyucu olamazlar. Adına İsrail denilen terörist devlet, Yahudi milletinin yarattığı onca kültürden bir adalet fikri çıkarabilseydi böyle zalimleşmezdi. Kültür onun yok edici silahı, sadece alıp sattığı malı olmazdı. Çünkü adalet hukukun tacıdır ve zulüm Mevlana’nın yorumuyla ‘bir şeye hakkını vermemektir.’
Çoğunlukla insanın yanılgısı eline bir şey geçirdiğinde sonsuza kadar onun üzerinde hüküm süreceğini sanmasıdır. Herşey benim olsun ve yegane haklı benim demektir bu. Orta Asya steplerinden kopup gelen Cengiz de öyle sanmıştı. Adını hukukla özdeşleştiren Roma bile sonuçta adaletsizlikle yıkılmıştı. Osmanlı’nın çöküşünün kökünde de aynı sebep vardır ve 46 yıl iktidar sürmüş ve lakabında kanun olan bir padişah öz oğluna uygulamıştır en büyük adaletsizliği. Eskiler ‘ çalış adlile doldur kainatı’ demekle, hem insanın dünya işlerine bakış yönünü hem sonucunu adaletle özdeştirmişlerdi. Bu sebepten, hakiki kültür toplumları gücün karşısında adaletle dururlar. Ellerine bir emanet geçtiğinde onu ebediyyen kendilerinin sanmanın gafletine kapılıp görünür görünmez zulumlere girişmezler. Kendilerini korumanın yolunun başkasının hukukundan geçtiğini ve herkesin kendilik ilkesiyle hayatta kalacağına hep inanırlar.
Dünyadaki fiziki sınırlar kısalalı beri daha iç içe bir hayat yaşıyoruz ve kimsenin soluğu tek başına havaya karışmıyor. Neredeyse herkes birbirinin ne yaptığını değil neye niyetlendiğini de biliyor. Böyle bir dünyada devekuşu benzeri başını kuma gömmek sadece kendini kandırmaktır. Dönüp dolanıp elinde tuttuğunun doğası üzerine eleştirel düşünemeyen fertler, kurumlar, toplumlar ve devletler onları kaybetmekten kurtulamazlar. Ancak mutlak adalet ülküsüne inananlar uzun erekte umut olabilirler. Evet dünya hiçbir zaman adaletin hüküm sürdüğü bir yer olmadı. Kısa süreli ferahlık dönemleri devede kulak bile değil. Fakat yeryüzünde zulüm arttıkça insanın geleceği de kalmayacaktır. Daha doğrusu insan denilen bir tür olacaktır belki ama köleler ve efendiler çağı geri gelecektir. Efendi ile köle arasında adalet söz konusu bile olamaz.
Özelde İsrail devletinin pervasızca yöneldiği eylemler aslında daha ilerisine giriştiğinde neyle karşılaşacağına dair bir prova izlenimi de veriyor. Bu devlet, içinde yaşattığı efendi- köle karşıtlığının bir fragmanını sergiliyor. Efendi ile kölenin üzerinde duracağı ontolojinin altını çiziyor. Görünen o ki başta Avrupa devletleri olmak üzere ( vicdan sahibi kitleler değil) dünyanın pek çok yerindeki paydaşlarının adalet ve kültür diye esaslı bir dertleri yokmuş. Devlet formuna bürünen organizmalar ister Paris’te, ister Berlin’de isterse Washington’da olsun aynılarmış. Bencillik ve menfaatperestlik mayalarıymış.
Nerede yaşarsak yaşayalım, güçlünün, devletin duvarından söktüğü taşla birbirinin başını ezmeye hazırlandığı onca hevesli baş uzatılıyor her köşeden. Oysa devlet toplum katmanlarının hukuk ve adalet idealiyle çattığı ortak bir site değil midir? Yine atalarımız ‘sakın imdi bu mülke olma mağrur/ adalet it olasın ta ki mansur ( kazanan)’ derken boşuna mı konuşmuştular?
İnsan sonunda ilk fırsatta tabiatın en vahşi varlığı olma noktasına geri dönecekse geçmişte yaşanılan onca acının gerekçesi neydi? Toplumun akıl sahibi insanları, okumuş yazmışları ve en çok da entelektüelleri bir kez daha düşünmek zorundalar. Kişilerin ve sosyal grupların ellerindekini ebediyen kendilerinin sanıp başkalarının canına okumaya yeltenmesiyle sonunda varacağımız yer neresidir? İnsan taşa ve baltaya sarılacaksa kültür niçin? Kültür yoksa insan ve insanlık niye var?