Sanatın ne olduğu bazen de sanatçının kim olduğu ile anlaşılabilir. Teorilerin ve kavramsal soyutlamaların ötesinde sanatçı dediğimiz kişilik eserine sinmiş halde bütün gerçekliğiyle karşımıza dikilir. Meyveyi anlamak için ağaca bakmaya benzer bu. Hemen her devirde bir kahraman kimliği de taşıyan sanatçı tipi, modern çağlarda böylesi yüklerinden arınmış neredeyse saflaşmıştır. Bir ideolojiye, kitlesel ereğe, sanat dışı herhangi bir hedefe bağlı kalmaksızın tamamıyla kendi alanına yoğunlaşan sanatçı, sanat denilen karmaşık meseleyi de berraklaştırır, şahsında temsil eder. Bu temsiliyet özgürlük, yaratıcılık, özgünlük gibi zor konuları da içerir. Çünkü sanatçı kendi sanatına ve kişiliğine bağlı kalabildikçe özgür, yaratıcı ve özgündür.
***
Geçen hafta sonu Lütfi Akad’ın eserleriyle ilgilendim. Bu düşünüşleri biraz da ona borçluyum. ‘Işıkla Karanlık Arasında’ adını taşıyan belgesel, sohbet anı kitabını yeniden inceledim. Bizde örneği az bulunan saf sanatçı tipini aşama aşama açığa çıkarmakla kalmaz bir sanatçı hayatı nasıl olur onu da anıtlaştırır bu eser. Zaten ışık ve karanlık kelimelerinin birlikte seçilmesi, sinema, sinematografiyi çağrıştırmakla birlikte bir tür umut ve umutsuzluk arasında gidip gelen sanatçı hallerini de imler. Yalnızlıktır bu. Ancak bu yalnızlığı kitlelerin duygularını kabartıp oradan ikbal devşirenlerden ayrı tutmalı. Bir bilgi ve bilinç hali olarak görmeli. Türkiye’de sinema, sinema düşüncesi ve buna bağlı Türkiye araştırması hangi evrelerden ve sınavlardan geçip geliyor bu büyük yalnızın alnından okuyabiliriz. Yalnız olmak yalın olmaktan gelir ve sanatçı olarak yalnız olamayanlar sanatlarını da yalınlaştıramazlar.
İlk dönem filmlerinden Vesikalı Yarim objektif gözle ve 1968’lerin sosyolojik ve toplumsal gerçekliğini de göz önünde bulundurarak izleyenler, ondaki sinegöz yanında sanatsal kavrayışın insan ve toplumla kurduğu içten irtibatı fark edeceklerdir. Sinema tekniğini ustalıkla aradan çekerken perdeye tam da insanı yansıtabilmek için ideolojik bağlanmalar değil her şeyden önce sanatçı olmak gerekir. Tam da buradan bakarak sanatın ne olduğunu düşünebiliriz. Kaldı ki Lütfi Ömer Akad’ı bir yönetmen- düşünür katına çıkaran o unutulmaz üçlemesidir. Gelin, Düğün ve Diyet.
Sanat, sanatçının bize sunduğu çoğul okumalar imkanıdır. Bu bağlamda Gelin çok çarpıcı bir yapıttır ve adeta köyden şehre gelmiş yeni insan tipinin geleceğe hangi iştahla bağlandığının ve hangi ruhsal dönüşüm- çözülüşe teşne olduğunun da araştırılmasıdır. Şehri çevreden kuşatmaya başlayanlar sadece bir sosyal gerçeklik olarak çizilmezler, asıl gelecek vizyonlarını hangi ahlak ve insanlık anlayışı üzerine oturturlar, bunu sorgular Akad. Maddenin yıkım egemenliği hangi duygu ve duyarlıkları yüklenerek gelmektedir dehşetle bunu sezmiş ve capcanlı bir gerçekliğe oturtmuştur. Sezgisi bu anlamda çarpıcıdır. Sanatçı sezendir.
***
Düğün ve Diyet, zaman zaman çizgi dışına çıkan kamera hareketleri, kurgusal ritim bakımından daha arayışçı gibi gözükse de özündeki sosyal ve buna bağlı insan merkezciliğini hiç yitirmezler. Lütfi Akad, günü kendi bağlamına oturturken, birinci sınıf Türk Edebiyatçılarının ve düşünürlerinin mesele ettikleri sorgucu ve eleştirelliği asla terk etmez. Böylesi bir sinema çizgisinin hızla yatak değiştirip 1970’lerin kaotizmine kaydırılması, sanat değil sanatçı tipinin yıkılmasıyla da ilgilidir.
Sanatın ne olduğunu anlamak için sanatçıya hangi gözle bakıldığının da akılda tutulması gerekir. Sanat kendi başına ortaya çıkmaz. Özgür ve yaratıcı özneden değil kurumsal projelerden üretilen sanat ve sanatçı tipi uzun ömürlü olamaz. Büyük sanat ve sanatçı kavramsal ve pratik iktidarın uzağında kendiliğinden ama yüksek düşünceyle yeşerir. Ki bir sinemacıya bakarak şairin kim olduğunu, bir heykeltıraşa dikkat ederek düşünürün nasıl davranması gerektiğini daha kolay kavrayabiliriz. Sanatçı kimdir ve o nasıl olmalıdır sorusunu hayatiyet derecesinde merak edenler Lütfi Ömer Akad’dan yola çıkabilirler. O buna değer.