Adeta bir devlet ve iktidar geleneği bu. Her dönemde bir şair bir vesileyle devlet eliyle öne çıkarılıyor, o sene o şairin ‘ yılı ilan ediliyor, konuşmalar yapılıyor, nutuklar atılıyor, sempozyumlar düzenlenip armağan kitaplar hazırlanıyor. Ekonomik döngüsü olan bir tür ‘kültürel iş’ havasına büründürülüyor bu faaliyetler. Her iktidarın, her dönemin kendince önemsediği isimler var. Devlet aklının da onayıyla, bağımsız entelektüel ve kültürel hayattan uzakta, hatta ona karşı konumlandırılarak yürütülüyor bu kültürel işler. Politikanın kendisine toplumsal dayanak yanında kültürel kök onayı ihtiyacı duyduğu dönemlerde daha da gün yüzüne çıkıyor bu ‘şair yılı’ ilan etmeler. Bir de sanki bu ilanı bekleyen, bunun için çalışan iştah grupları gözlemleniyor. Görünüşte, bir kültür ve düşünce hevesi, olmazsa olmazlık havası oluşturuluyor.
Türkiye’de sivil, özgür ve yaratıcı kültürel kurumlar çoğunlukla ekonomik ve düşünce yönünden yeterince bağımsız olmadıkları/ olamadıkları için de ister istemez kültürel/ politik işbirliğinin bir parçası olmaktan kurtulamıyorlar. Ana destekleyici olan devlet, faaliyet bütçesini karşıladığı/ desteklediği için de etkinliğe dolayısıyla müdahale ediyor. Kimin nerede duracağı adeta belirleniyor. Böylece, entelektüel hayatın vizyon ve bakışıyla değil gücü maddeten elinde tutanın yönlendirmesiyle şekilleniyor ‘şair yılı’ kutlama, değerlendirme işleri. Bu yıl da nitekim, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli( Unesco marifetiyle), Ahi Evran, Mehmet Akif (İstiklal Marşı dolayısıyla) yine devlet ( veya uzantıları) tarafından ilan edildi. Açılış törenleri yapıldı. Çerçeve çizildi. Yön gösterildi. Ufuk belirlendi. Cepheler oluşturuldu. Projeler onaya sunuldu.
Oysa, Yunus Emre örneğinden çıkacak olsaydık, Beşir Ayvazoğlu’nun ince emek çalışmasını ( Yunus Ne Hoş Demişsin.) göz önünde tutarak söyleseydik mesela , herkesin her devrin bir Yunus’u olagelmiştir. Bu olagelişte şairin esası değil, kültürel/ politik güç odakları/ çekişmeleri öndedir. Geriye de kalıcı tortu bırakmamıştır bu kavgalar.. Ve ne yazık ki bu sahiplenişlerin, ilan edişlerin hiç birisi Cemal Süreya’nın ‘Yunus ki süt dişleriydi Türkçe’nin’ şiiri kadar kalıcı olamamıştır. Buna nice muhafazakar- islamcı şair ve yazarın imza attığı Yunus Emre kitapları da dahildir. Neden? Çünkü, temelinde özgünlük ve yaratıcılık olan bir özne, aynı ayarda duyarlık ve yaratıcılıkla güncellenebilir. Savunma, yüceltme bir yaratı yöntemi değildir. Bu değişmez bir kuraldır ki, iktidarlar, kültürü, sanatı, şiiri, şairi kafesleyemez, sahiplenemezler. Sadece onların, izleyicisi, okuru olmak isteyebilirler. Bu düşünsel incelik önde durmadıkça ‘kültürel iş’ kendi kendini tekrarlamaktan ileri gidemez.
Modern şiirimizin içinde, Köroğlu, Dadaloğlu, Kazak Abdal, Karacaoğlan, Nesimi, Pir Sultan Abdal, Kerem ile Aslı, Hz. Hızır, Yunus Emre, Fuzuli, Dede Korkut, Hz. Ali, Şeyh Bedreddin, Attar, Şeyh Galip, Ashab-ı Keyf gibi nice yaratıcı özne, konu ve şahsiyet can bulmuş, sıradan ve tekrarcı aklın toprağından sökülüp güncellenmiştir. İlhan Berk, Ece Ayhan, Ahmed Arif, Sezai Karakoç, Behçet Necatigil, Hilmi Yavuz, Gülten Akın, Nazım Hikmet, Ebubekir Eroğlu, Haydar Ergülen, Cevdet Karal, Şeref Bilsel, Mehmet Can Doğan, Yücel Kayıran gibi şairler, bir yeniden can verme eylemini kendiliğinden başarmışlardır mesela. Yahya Kemal’in Hafız için söylediği bir iki mısra devirlerin ölü toprağını bir anda kaldırmaya yetmiştir. Yakup Kadri bir deneme yazısıyla Yunus Emre’yi bal peteği gibi dolduruvermiştir. Kendi güncel edebiyatına bakmayı değil de, faaliyet takvimine bakan bir devlet aklına şaşmamak elde değil bu bakımdan.
Bugünün şiirinden, şairinden ve edebi eserinden dünün dünyasına ve konularına akılmadıkça, arkaizim ve kuru literatürcülükten kurtulunmaz. Göktürk Yazıtları’ndan bu yana, yazıya geçmiş, dili kurup ilerletmiş, büyük eserler vermiş şair ve yazarları yaşatmak asıl güncel edebiyatın derdi olmalıdır. Bunu mesele edinmiş şahsiyetler desteklenmelidir demiyorum. Şair, yaratısı için desteğe izin ve ihtiyaç duymaz. Sadece böylesi ‘şair yılı ilan etme’ yöntemleri ile, asıl iş gölgelenmesin, şaire hiza çizmesin yeter. Bunu istemeye hakkı vardır çağdaş sanatçının.
Kültür, sanat ve şiir dergileri yanında, şair ve yazarların meselesidir geçmişi yaratıcı hamlelerle bugüne taşımak. Akademik hayat elbette kendi üzerine düşen araştırma vazifesini yerine getirecektir. Kültür ve sanat kurumları yanında müzeler de bu konuda aktif olmak durumundalar. Hatta bir Ahmet Yesevi sergisi açmak, Yunus Emre biyografisi yazdırmak sivil kurumların aklına gelmelidir devletten önce. Ve şairler, ‘kimdi yunusa türkçe süt veren/ bağdatın yanıkoğlu mehmete/ bir kuze gibi bakan göz nerede/ ve en garibi / söz değirmeni haşimin/ bazı geceler çıktığı kadın hangi ilde…’ demeyi elden bırakmayacaklar. Çünkü asıl onlardır ‘seven ve yaşayan kelimeleri.’