Gece üzerine çok yazılıp çizildi. Resim, sinema, edebiyat bir vesileyle onu mutlaka yokladı. Sanki gizli bir gece korkusu var insanın ruhunda ve onu ebedi kayboluşun gömleği diye kapkara giyinmekten çekiniyor. Bir vesileyle sanat sözü geceye getiriyor. Bununla beraber gecenin cazibesi her zaman sabahın önünde durdu. Sabahı beklemek bile geceyle mümkün. Geçip gitmesi, dağılıp uçması, silinip yitmesi beklense bile gece yaratıcı mayasını hep korudu. Geceyi sabah için yaşamak sabra sarılı hüner sayıldı. Belki de sayılamayacak asırlar boyunca insan gece kadar sabahın da mutlak sahibiydi. Herkesin sabahı farklıydı. Şairin sabahı bahçıvandan, bülbülün sabahı sinek kuşundan, gezginin sabahı eşkıyanın şafağından ayrıydı. Gün geldi vakitler herkesin sabahını bir kıldı. İnsan o ebedi haklarından birini kaybetti. Bir taşın bile kendine özgü sabahı varken hem…
Kim kimin adına, niçin ve hangi güne kadar elinden aldı insanın sabahını? Belki bu sorunun cevabını bulmak yeryüzündeki maceramızın geçmişini değil geleceğini de aydınlatacak nitelikte. Eski bir söz ‘yola çıkan için gün ışımıştır’ der ve yola çıkmayı insan niyet ve iradesinin merkezine koyar. Günün ışıması sadece bir müjde değildir; burada aynı zamanda varoluşsal bir esenliktir. Ne zaman ki insan kendi adına yola çıkma hakkını kaybetmiştir o zamandan beri ışıyan sabah onun için bir mesai ve zorunluluk dilimi olmaktan öteye geçememiştir. Daha korkunç olan insanın kendisine has bir sabah hakkı olduğunu sonsuza dek yitirmesidir. O insan ki uykunun o tatlı ve unutulmaz gerdeğinden sabahın sonsuz ışımasına dönerken, aşkı unutmuş bir trajedi yazarı gibi modern zamanların taş taşıyıcısına dönüşmüştür. Bir kez olsun, şu modern zamanların içinde, geçmiş sabahlardan birine bir anlık olsun uyanan kişi uyandığında yanında sevgilisini gören aşık misali şaşırıp kalmayacak mıdır? Gerçek ile sanrı arasında ekşiyen ruhu onu teslim almayacak mıdır?
Sabahtan anladığımız irademiz tarafından başkasına teslim edilmeyen ve çıkar düşüncesiyle formüle edilmemiş bakir zamandır. Tertemiz toprağına elindeki tohumu şevkle savuran çiftçi gibi geleceğin oluşuna koyulmaktır. Şöyle söyler âdeta, bir kez olsun kendi sabahına ait/ sahip kişi: ‘İşte şimdi yeryüzünde mutlak bir eşit olarak bulunuyorum. Bilgim, kişiliğim, malım, mülküm, cinsiyetim ne olursa olsun kainatın merkezinde bir şuur uyanışı yaşıyorum. Şiirin ham elmas vadisinde kendi gümüş çekicimin vuruşuna göre ışıltı devşiriyorum. Ekmeğe bakışım, zeytini düşünüşüm, ırmağın kıvrıla kıvrıla akışına meftunluğum değişecek. Çocukların mülkiyetsiz gözlerinde boy atan başakların arasında kaybolacağım...’
Aklın, alışkanlıkların, inançların, menfaatlerin, ideolojilerin, cinsiyetçi ve mülkiyetçi ayrışımların etkisinde uyuşmuşlar için bir sabahın mesai ve hayat sistemine dahil olmaktan öte ne manası olabilir? Paranın, dilin, ülke sınırlarının, üleşimci paradigmaların ötesinde zaten insana düşen bir sorumluluk da yoktur. Teslim olması kâfidir bu küflü gerçeğe. Gülün açılışını bir kez olsun görmek için uykusuz kalan ve tam açma anında uykuya dalıverdiği için ertesi sabah yeniden beklemeye koyulan bülbülün eti nedir ki ondan hayata ve onun sabahına bir ilham düşsün? Sabah erkenden kurulmuş alarmların uyarısı ile yatağından fırlayıp çocuğunun gözlerini öpmeden metrolara, otobüs duraklarına, iskelelere, yollara inen insandan daha kutsalı düşünülebilir mi? Yüzlerce madenci şapkasının feneri altında maden ocaklarının iştahla çalışan asansörlerinden daha cazip bir aktivite düşünülebilir mi?
Ne adına, nereye kadar ve neyin uğruna insan bir elma ağacına selam vermeden bir üzüm salkımını avuçlamayıp mübalağa ile uzayıp irileşen kabaklara hayret etmeden demirin, betonun, nem ve koridor kokusunun, tekrarın egemenliğinin, hasılı bir sabahın burnunda kendisi ile karşılaşmanın ürpertisinden mahrum yaşayıp gidecek?
Soru soruyorsak ve hâlâ soru sorabiliriz. Tekrar edelim, yarınki sabah kimin? O sabahın, gelecek ânın bana ait olma ihtimali değil hakkı ne derece benim olacak? Kim olursa olsun, adı, sahibi, mülkiyeti, amacı, gücü, markası, unvanı, yakınlığı veya uzaklığı fark etmez. Bir bir, hesapsız ve kitapsız, tıpkı sabahın doğası gibi kendiliğinden, olacak olanın, gün ışımasının, gecenin yükünün bir omuz hamlesiyle dünde kalarak gök gürlemesiyle gelen yağmur gibi safça bizi kuşatacak olanın sahibi kim olacak? En azından bir kez bile bu hatırlıyor olmanın zarı kalacak mı? Sordum ve çekildim.