Haluk Dursun’u devlet görünümlü bir törenle, mimozalar, erguvanlar, sümbüller, bülbül sesleri, lüfer akınlarına doğru defnetmenin, ironik ve çelişik bir tarafı var. Ölümü arkasından yapılan ‘devlet’ vurgusunu her zaman devlet çene/ çetesinin alışılmış panik haliyle açıklıyorum. Yoksa öteki türlü bir kez daha herkesin boyu açığa çıkacaktı. O, tam anlamıyla kültürü önde tutan bir sivildi. Başkanlık, müsteşarlık, bakan yardımcılığı geçici sorumluluklardı. Başka türlü bir çift kumruya Topkapı Sarayı’nda müsaade edemezdi. Makam aracından inip ceketini çıkarmazdı.
Ve benim Haluk Dursun ile dostluğumuzu başlatan bordo renkli bir süveterdir. 2000’lerin daha başlarında muhafazakar kimlikli birisinin hala TRT Televizyonuna (devlet) çıkması öyle kolay bir iş değildi. Bir dizi kalıplaşmış ideolojik duvarlar vardı ve şimdi hiç ayrıntısına girmeyeceğim sansür tuhaflıkları işliyordu. Nasıl olduysa sabah kuşağı programların birisinde (ayrıntıları Feridun Keşir iyi bilir) İstanbul kültürü hakkında konuşması için haftalık beş dakikalık bir bölüm ayrılmıştı kendisine. Ben ismen biliyordum onu. Yazdıklarından haberdardım. Birlikte çekime çıkmamız gerekmişti. Çekim aracında önce uzun bir sessizlik hüküm sürdü. Eskihisar, Darıca tarafına gidecek, orada sümbül yetiştiren yaşlıca bir eski İstanbul beyefendisi ile konuşacak, arkasından da Maltepe civarında mimozaların izini sürecektik. TRT dışında edindiğim televizyonculuk tecrübelerinden de yararlanarak onu bambaşka bir açıyla sümbüllerin arasına oturttum. İlginç bir renk ve alan derinliği yarattım. Üzerindeki gömleğin rengini beğenmediğim için süveterimi ona giydirdim. ‘Kimse benimle bugüne kadar böyle ilgilenmedi, dövercesine çekimler yapılıyordu’ dedi. Çekim dönüşü, yol üzerinde Karadeniz yemekleri yapan bir lokantaya götürdü bizi. Oraları iyi biliyordu. Kaşgar’dan bahsettim. Dergiyi izliyormuş. Bu kez tanışıklığımızın rengi tamamen değişti.
Haluk Dursun, bildiklerini, yaşadıklarını, düşündüklerini yazma konusunda biraz tembeldi. Söz, kültürün sözde mayalanması ve kültürel coğrafyada hareket etmek onun daha bir ilgisini çekiyordu. Fethi Gemuhluoğu, Şevket Eygi gibi kalem değil söz erbabının çevresinden geçmişti. Balkan şehirlerinde Osmanlı’dan kalmış bir çınarı ziyaret etmek yüzlerce sayfa okumaktan daha önemliydi. Emektar bir türbedar, lezzetli bir kap yemek bir ırmak hatta bir dağla da dostluk kurabilirdi.Hamaset ve ideolojik yaklaşım bir kentli tutumu olamazdı.
Suriye, barbarlar tarafından yakılıp yıkılmadan önce, iki kez birlikte seyahat ettik. Bu yolculuklar hem heyecan verici hem de eğiticiydi. Haluk Dursun, ayrıntıların sinir uçlarında dolaşmayı sever, çalışmaktan yorulmaz, kapris yapmaz, ciddiyetini korur, ilişki ve iletişim diplomasisini bilir ama muhabbetin de hakkını verirdi. İşte bir grup insan Şam’a uçuyoruz. Bülent Katkat da var aramızda. Gece yarısı inmeyi planlıyoruz. Beklenmedik bir anons yaptı kaptan. Şam’daki yoğun sis inişe izin vermiyormuş. Halep’e inecekmiş. Halep havaalanından çıkışımız uzun sürdü ve biz yine sisler içinde kaldık. Uzun boylu, cüsseli bir otobüs şoförü, ağaçtan yapılmış iri bir koçbaşı gibi direksiyona geçmiş, adeta aracı kanırtarak, meçhule çılgın dalışlar yaparcasına sürüyordu. O da benim gibi ön taraftaydı. Kalktı, beyler ben arkaya geçiyorum. Herkes bildiği duaları durmadan okusun. Bu yolun nereye çıkacağı belli değil, dedi. Korkarmış demek ki böyle yol almaktan. Nerelere girip çıkmadık ki bu Şam yolculuklarımızda. Belki yıllar sonra Beşşar Esed imzalı izin kağıdıyla ilk kez Emevi Camii’nin minarelerine çıktık. Kasyun dağından Bilad-ı Şam’ı seyrettik. Barada’nın cılız kıvrılışlarını izledik.. Muhyiddin-i Arabi’yi ziyaret ettik. Lezzetli Şam yemeklerinden yedik. ‘Güvercin’ler üzerine konuştuk. Kumru ve güvercin nedir bilirdi.
Kudüs’de, ise Mescid-i Aksa’nın avlusunda az kalsın bir İsrail askeri beni vuruyordu. Bu kez yolumuz Kudüs’e düşmüştü. El Halil’i, Beytlehem’i, Lut Gölünü dolaşmıştık. Akşamın son anlarında bir Kudüs çekimi yapacaktık. Yanımdaki kameraman biraz ağır çalışınca, eski mesleğimin refleksiyle kamerayı omuzladım, köşe bucak Haluk bey ile çalışmaya başladım. Pasaportumun içinde olduğu mini çantayı kameramana vermiştim. O da dalıp bizden uzaklaşmış. İsrail askerleri çekim yaptığımızı anlayınca hızla karşımıza dikildiler. Kimsiniz, pasaportunuz nerede? Bir anda, kimliğimi açıklayamaz duruma düştüm. Sadece beş dakika istedim askerden. Eğer pasaportumu bulamazsam her şeye razı olduğumu söyledim. İmkansızdı. Haluk bey çırpınıyordu. Adamlar alıp beni götürecekler. Peki dedim, beş dakika doldu. Arkadaşımı bulamıyorum. Dış kapıya yöneldik. Son anda arkadaşımla tesadüfen karşılaştık. Sonra bıraktılar beni.
Bu kez Balkanlardayız. Onun tabiriyle ‘köfte, niyaz’ seyahatindeyiz. İpsala’dan girdik, Kavala, Selanik, Kalkandelen, Üsküp. Dönüşte, Filibe’ye uğradık. Amak-ı Hayal yazarının izini süreceğiz. Eski ahşap konakların arasında kaybolduk. Mayıs ayının sonları. O da ne? Kirazlar, kızarmış. Bize gülümsüyorlar. İkimizin de boyu yetmiyor dallara uzanmaya. Merdiven veya başka bir şey yok. Birbirimize bakıyoruz. Hazır mısın dedim, neye, aklından ne geçiyor dedi. Omzuma çıkacaksın dedim. Tereddütsüz çıktı. O bir avuç kiraz hep aramızda yaşadı. Yeryüzünde yapmadığımız bir bu kalmıştı. Sonunda kiraz da çaldık dedi. Çocuk vardı içinde. Merak ve yaşama isteği. Denge ile heyecan salınıp dururdu yüzünde.
Osmanlıyı kurup yaşatan Balkan ruhunu inceden sezerdi hep. Tuna çok yönlü bir kaynaktı onun için. Nil, Tuna ve çevresini İstanbul düşüncesinde buluştururdu. Lüfere hürmeti, ringa balığına gönül düşürmeyi meşrep edinmişti.
Haluk Dursun insan midesi kadar ruhu, göz zevki kadar dimağı, rüyası kadar şehir kültürünün ne olduğunu biliyor ve kendisine özgü mütevazılıkla onu yaşamının pratiğine dönüştürüyordu. Şimdi, Boğaziçi’nin bazı köşelerinde, Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nda, Tuna kıyılarında, Balkan şehirlerinde, mimozalar ve sümbüllerde, ama en çok da sevenlerinin kalbinde ve yazdıklarında onun güzellikleri çiçekleniyor.