Bir koma hali yaşıyormuşçasına zihnim bana bazı oyunlar oynuyor.
O an, ağrıları dinsin diye ağır ilaçlar almış, yüzü gözü sarılı, kolları ve bacakları alçıda, adeta bedeniyle ruhu arasına askıya alınıp dünyanın dışına çıkarılmış bir varlık gibi hissediyorum kendimi. Arada bir hafif açılan gözlerim ve kirpiklerimin ıslak aralığından süzülen imayla zamandan şikâyet ediyorum.
Çocuklukla yaşlılık arasında, hiçbir şey bilmemekle çok şey görüp geçirmişlik arasında bir salıncak kuruluyor ve ben sanki sonsuza dek orada o muallakta sallanıyorum. Bütün gerçekler diyorum, sonunda bir rüya havasına bürünürler ve biz onları böyle daha çok severiz. Yoksa gittikçe bir ağır metal kokusuna benzeyen şu hayata katlanmak niye?
***
Hatırla. İyi hatırlıyorsun. Karadeniz ile Doğu’nun kesiştiği bir yerdeydin. Mesafeler umurunda değildi o yıllar. İçinden kaçıyordun. Fıstık kahvesi içen bürokratları, lodostan Karaköy önlerine yanaşamayan gemileri dert edinecek değildin. Doğanın coşkun cürümü o kadar baskındı ki. Yol uçuruma eğilimli. Bir arabada gidiyordunuz. Kayıp kardeşini arar gibiydin. Her gidişinde hayretlerinin gelgitinde şiir de avlıyordun. Çoğunlukla elin boş, yüzün gözün toz toprak içinde ve elbette yorgun düşüyordun. Yaşam bir bıldırcın gibiydi, iyice gizleniyor tam üzerine basacakken parlayıp kanatlanıyordu.
Aracın da hayli zorlandığı dolambaçlı ve dik yol bir tepenin üstünde tepsi gibi geniş bir köye çıkarmıştı sizi. Su ve yeşillik çağlıyordu. Burası neresiydi? Kim bu saklı yerde bunca zahmete katlanarak yaşamıştı? Ama bu gördüklerin, bu çeşmeler, bu evler, bu kilise, bu sessizlik içindeki hayat çalımları?
Tehcir haziran başında bir ayrılık ağıtı mı yakıyordu?
***
Tabiata vurgundun. Ama asıl insanı arıyordun. Tıpkı şu an olduğu gibi beyninin derininde cinsini tespit edemediğin bir böcek vızıldıyordu. Bir ıssız mezar kalmalı hiçbir iz yoksa bile insandan diyordun Pek ortalıkta dolaşan kimseler yoktu zaten. Burada işin fazla sürmeyecekti fakat ayrılmak gelmiyordu içinden.
Bir köşe bulup oturdun. Erik dalları, iğde salınışları, kavak hışırtıları arasında belirsizliğin yoluna saptın. Birden onu gördün. Daha doğrusu o bir beyaz başörtüsünü. Dolunay mı dönmüşü nazla bir çocukluk anısının göz kırpmasında?
René Magritte oradaydı. İlk bakışta hiçbir şey ayırt edilemiyordu. Bu beyaz örtülü baş, insanın yeryüzüne inmiş ilk hali olabilir miydi? Yoksa zihnin yine oyunlara mı başlamıştı. Yaşını kestiremediğin bir kadın güzel bir evin bahçesinde gâh görünüp gâh kayboluyordu. İlkin onu bir hayal saklambacının parçası sanabilirdin. Çünkü anlıktı bu görünüşler. Bir çalı bülbülü o daldan bu yaprağa sekiyordu. Kalktın. Eve ve kadına doğru yaklaştın.
Tam evin önündeki bahçeye vardığında bir koku seni esir alıverdi. Bahçe silme çilek doluydu. Bu bir sanat performansı ya da bir mucize patlamasıydı. Kadın ise mutlak büyücüydü. Koyu yeşil yaprakların altında beyaz pembesi ışıltı şehrayini vardı. Pembe beyazı çilekler ve beyaz başörtülü bir kadın.
Başörtülü başı da çilek saydın. Kadının sırtı dönük elinde bir şeylerle oyalanıyordu. Ona nasıl selam verecektim? Teyze, abla, hanımefendi, anne? Girişteki ahşap kapıya öksürerek vurdun.
Ve o an o berrak yüzle karşı karşıya kaldın. Dolunay seni muhatap aldı. Çehresini gösterdi. Buhara sabahları gibi berraktı yüzü. Hatırla. Bir sabah Buhara’da günün yüzü sana aşk etmişti. Yutkundun. Hz. Meryem, yeryüzüne inmiş gibiydi. Yoksa köye girdiğim andan beri etkisi artan bunca aydınlık bu yüzden mi geliyordu? Kadının neredeyse yaşı yoktu. Sesin titreyerek ‘bahçe ve çilekler…’ diyebildin. Gülümsedi, içeri gel oğlum! dedi. İpekten sesi vardı. Oğlum…
***
Ev, bahçe ve bu bu çilekler, dedim. Ha dedi, gir, istediğin kadar topla. Ben de zaten kaç zamandır ne olacak bu çilekler, yazık geçip gidecekler, bir insan evladı gelse de ziyan olmasa diye bekliyordum bir başıma kaldığım şu evde. Her yıl böyle ekiyorum. Hem tadına bakmak yetmez, doymak ve koklamak da gerekir. Ben kaç zamandır bir insan evladı uğrasa da bu çileklere yazık olmasa diyordum, dedi tekrar.
Topla topla, hatta şurada bir sepet olacak onu getireyim de ona doldur, sonra da yersin, sevdiklerine de verirsin dedi… Hatırladın mı şimdi o tehciri? Niye yanıyor kirpiklerin?