Son zamanlardaki en heyecan verici gelişmelerden birisi Özbekistan Devlet Başkanı Şavkat Mirziyoyev’in ülkemize gelişiydi. Sovyetlerin dağılmasının arkasından Türk Cumhuriyetleri arka arkaya bağımsızlık ilan etmiş, Türkiye Cumhuriyeti ise bu gelişmeye hazırlıksız yakalanmıştı. Yıllarca süren hamaset söylemleri gerçekliğin çetin yüzüyle karşılaşınca bocalamış, Oliver Roy ayarında bir uzmana bile sahip olamamanın ayıbını yaşamıştı. Oysa Özbekistan Timur, Emir Buhari, Maturidi, Semerkandi, Babür, Hoca Ahmet Yesevi (bakmayın türbesinin bugün Kazakistan sınırları içinde kaldığına, asıl sınırlar Türkistan’dır) benzeri ana siyasi, tarihi, inanç ve kültür aktörlerinin yurduydu. Semerkant, Buhara, Hiva gibi şehirlerde üretilen kültür, dalga dalga Anadolu’ya yayılmıştı. Özbekler için İstanbul bir rüya içlenişidir. Tıpkı bizim için Semerkant ve Buhara’nın şiirsel çağrışım yapması gibi.
***
Özbekistan ile aramızdaki bağın derinliği ve vazgeçilmezliğini hatırlamak için çok ayrıntı elbette vardır. Mehmet Akif’in annesinden tutun da, Enver Paşa’nın hayallerinin saçaklanıp sönmesine, Özbekler Tekkesi’nin Milli Mücadeledeki kritik rolüne kadar pek çok detay ilmeği bu derinliğe örnektir. Yetmedi büyük Özbek şair Çolpan’ın başlattığı modernist hamleden (Nazım Hikmet ona çıkar) kalbimizin şairi ve dava adamı Muhammed Salih’e kadar pek çok ileri geri dönüşler de yapılabilir. (Ki Muhammed Salih meselesi şimdi ve gelecekte Özbekistan ile kuracağımız köprülerin ruhunu da belirleyecektir. Bu büyük özgürlük ve demokrasi adamının öz meselesinin yeterince bilinmesi gerekir.)
Fakat asıl Özbekistan, sahip olduğu tarımsal üretim zenginliği yanında, Taşkent, Semerkant ve Fergana üçgeninde kilitlenen siyasal, kültürel hatta inanç gerilimleriyle birlikte hep bir merkez olma vasfı taşıyan stratejik derinliğinden okunmalıdır. Bağımsızlık sonrası Türkiye’den giden devlet aklının vizyonsuzluğu, karşılıklı ve eşit çıkara dayalı ticaret ile sağlam ilişkilerin kurulamaması, Kerimov rejiminin paranoyak ve çok kapalı politik tercihleri on yıllar kaybettirmiştir her iki ülkeye. Fergana Vadisi başta olmak üzere ( ki bünyesinde Andican gibi harika bir şehri de barındırır), özellikle Semerkant, Buhara ve Hiva’ya yönelmesi gereken turizm hamleleri yapılamamış, eğitim ve kültür alanında hiç mesafe alınamamıştır. Gururlu ve elbette özgüvenli Özbek entelektüelleri mevcut rejimin koyu tesiriyle Türkiye tecrübesinden mahrum kaldılar. 25 milyonu aşan nüfuslu bir güzel ülkenin her türlü hamasetten uzak bir adımla aşılması gereken kültürel mahremiyeti de tarafımızca görülemedi.
Özbekistan ile kurulacak doğru kültürel ve siyasal açıklık, bize çok uzakmış gibi gözüken ve dil ayrılığı gibi başka bir sınır çizen Tacikistan’a da yaklaşmak demektir. Çünkü Tacikistan, Özbekistan için en ‘sıcak’ gündemdir. Bu sıcaklığın Türkiye dengesi ile giderilmesi mümkündür. Yeter ki devletten devlete, evraktan evraka akan değil insandan insana, kalpten kalbe akan bir bağ kurulsun. O yaşatılabilsin. Doksanlı yıllarda Türkiye’ye gelen binlerce Özbek üniversite öğrencisi vardı. Özbekçe’nin lehçe ayrılığından kaynaklanan iletişim sorunları daha giderilememişken iki ülke arasındaki ilişkiler bıçakla kesiliverdi. O ilişkilerin koptuğu yerden güncellenerek ve iki tarafın değerini koruyarak onarılması şart.
***
Ayrıca başka bir mesele daha var. Taşkent dışındaki Özbek şehirleri henüz modernizmin ve küresel kapitalizmin (en yakın teknolojik ve kapital güç Güney Kore) istilası altında değil. Bu, Türk-İslam kültürüne dair pek çok simge ve somut güzelliğin ayakta durduğu anlamına geliyor. Anadolu coğrafyasının çoktan yitirdiği ve bazıları Balkanlarda kalan mimari örnekler, Türkistan’a özgü renk ve biçimleriyle hâlâ yaşıyor Özbekistan’da. Kısacası Özbekistan, bu kez, bir güzel gerçeklik imkanı olarak Türkiye’nin önünde yeniden açılmış gözüküyor. Umutlanmaya ve heyecan duymaya değmez mi?