Hayır hayır, ne yazıyla ne de rakamla karşılayamazsınız onları.
Elinize alacağınız büyüteç ile göremezsiniz büyüklüklerini. Duyguların ana karasında ayak izleri yoktur. Kara bulutlardan sağabileceğiniz yağmur sütü de değil hiç birisi. Kuzeyden esen haşin rüzgarlara sorsanız eski hikayelerden birkaç ayrıntı kırıntısını yüzünüze savurabilir. Güneyden tozuyup gelen ateşin çöl esintilerinde ise kum tanesi denli çoktur izleri. Bir kum tanesinin gece ile gündüz arasında sıkışıp da gözyaşı döktüğünü bilmeyenler için dudaklarını aralayıp konuşacak halleri yok. Artık ekmek ve sudan kesildi nasipleri. Sessizlikleri dünyada olup bitenleri anlamsızlaştıracak kadar manalıdır. Belki biraz olsun sönmüş yıldızlarla eş mesafeleri.
Öteden beri Anadolu kıtasının şu veya bu yamacına kurulmuş eğreti evlerde doğmuşturlar. Bayramdan bayrama geçici konuk gelen sevinçler sayılmazsa alın çatlarındaki kaygıyla büyüyüp gelişirler. Anne kokusundan baba öksürüğüne değin onca çatallı ses arasında bir sevgili nidası umarlar rüyalarında. Ancak rüyalar da kanar. Nar ağaçları yere eğilir yiğitliklerinde, o yamaçtaki tek evin kapısı ansızın vurulur. Elde mühürlü kağıtlar. Dilde çaresiz cümleler. Ateş tesbihi yine dizilmeye başlamıştır bir yerlerde. Uğursuzluk dağı kımıldamıştır dipten.
Hiçbir koridorda yazmaz isimleri. Kent meydanları da onlardan habersizdir. Biraz utanarak yayılırlar gençlik içinde sinema koltuklarına. Muhtemelen tiyatro önlerinde yankılanmamıştır adımları. Çocukluktan beri hep matematik korkusu ile dolaşırlar. Dersleri iyi geçmez bu yönden. Hesap kitap aşkıyla yanıp tutuşmazlar. En düşük notları değildir matematik sadece okulda. Cep matematiği, geçim, ekmek, zeytin, aş, kira ev hesabı da rakam olup uçmaz göz önlerinde. Sayılamayışları, zaten bir sayı değil yoksul ruh olmalarından dolayıdır.
Açın açın, cilt cilt kitapları, güçlü para kasalarını, kameralar önünde gururla imzalanan evrakları. Hukuk kitaplarını, parti programlarını,iktisat tarihi ciltlerini, açın açın, altınla süslenmiş, farelerle kemirilmiş yaprakları. Erken uç vermiş bir incir tanesindeki masumiyeti bulamayacaksınız hiçbir yerinde o sayfaların, kapıların. Çeliğin, betonun sırrı devlet olup gururlanırsa, insan aynasının sırrı da dökülür. Üfleyin tozları, bıçakla küflü peynir parçalarını kesin. Ne görüyorsunuz, o yamaç evlerde, bir annenin, bir kız kardeşin alev saçları lamba olmuş ışıtıyor mu yokluğu? Yokluk, kalkmaz kar gibi kapatmıştır çoktan yolları. Ayaklar buz tutmuştur buz duvarlardan.
İstatistik ilmi, reel politik, sosyoloji, derin tarih, ulusların zenginliği şu veya bu, tekerlenip dönse, eleklerle elense, parlak nutukların, sırtı boş vaadlerin arkasında aransa, yok yok, yine ne rakamla, ne yazıyla gösterilemez dişimizin ağrısı, şişkinliği dilimizin. Galiçya’dan Kafkaslar’a değin atılan zehir topları da karşılayamaz içimizdeki sıkışmayı. Din makinesi kuluçka üretip yatıştıramaz bu sarsıntıyı. Irkçıların tıraş rejimleri de taş olup temeline konamaz o yoksul evin. Bunlar beyhude suçluluk tülleri. Duygu ve akıl çatlaklarıdır.
Gazete manşetleri, televizyon haberleri, ajans bültenleri yanıltır sizi. Kontrol bir dikenli güvenlik duvarı gibi böğrünüze oturur. Bilmek istediğinizi bilmek istediğinizde kapatılır her kapı. O vakit anlarsınız, diğer zamanlarda gördüğünüz bütün sonsuz açıklıklar sanal. Zaten bu yüzden de sığmaz onlar ne sayılara, ne yazılara. Hiçbir rakam uzamaz sonsuza dek. Siz hiç telaffuz edilemez bir rakam gördünüz mü? Ama, onlar ne telaffuz edilebilir, ne yürek sökülmeden, ruh sarsılmadan, gökkubbe çökmeden duyulabilirler gerçekten.
Sabah erken dalgaların dövdüğü kayalıklara oturup boşluğun bu büyüklüğünü, göğe akışını gözlemliyorum. Sanki hiç bir şey olmuyormuş, yokmuş gibi gözüküyor ilkin. Gözlerimi daha bir açıp kulaklarımı kısınca, damarlarımdaki basıncın arttığını hissediyorum. Zamanın içinde, bir büyük suç makinesi gibi çalışan çağın, taş değirmenlerle, bunca pervasız ve kolay ve bunca şatafat içinde nasıl ölüm ve kan doğurduğunu görüp ürperiyorum. Yaşatmak hünerini yitirmiş bir toplumda, sayıların egemenliği ve kelimelerin söndürülüşünü acıyla duyuyorum. Otuz üç kez kırılıyor sanki dişlerim.
Şimdi ben de, Anadolu’nun kapısı vurulmuş evlerinden biriyim. Kapılar ve pencereler her yönden açılmış. Odalar uçurum. Odalar, buz ateşiyle dolu. Dam desen çoktan kalkmış. Kopkoyu bir gökyüzü. Sabit, renksiz bana bakıyor. Aramızdaki mesafeyi ölçecek bir bilim de yok. Yok. Yok.