Bir dinin doğuşuyla yayıldığı coğrafyalara yansıyan kültür ve sanat görünümleri aynı zamanda örtüşmez. Yeni din kendisinden öncekilerle ayrışıp onlardan arındıkça vardır. Her ne kadar İslam, bütün hak dinlerin ruhunu mecz ettiğini duyurarak geliyor olsa bile artık ne Hıristiyanlık ne de Museviliktir. Fakat kültür, doğası gereği almaşık ve geçişkendir. Çünkü kültür ne sadece bir ırka ne de inanca aittir. Yapanı çoktur.
Dinin kıstasları kültür ve sanatın üzerinde birden bire hükümran olamaz bu sebepten. Sınırları kadar bileşenleri kolayca tayin edilip ayrıştırılamaz kültürün ve onun bir nevi çiçeklenişi sayılan sanatın. Hatta söylenebilir ki, yeni din eski kültürleri içerleyebildiği ölçüde öne çıkar. Kültürel özgüven yeni yaratım sinerjisi ile birleşebilirse sınırına vardığı kültürlerde enerji yenilenmesine bile sebep olabilir.
Kim koyacaktır bu etkileşimin sebep ve sonuçlarını? Yenilenmeyi kim açığa çıkaracaktır? Elbette sanat tarihçileri başta gelecektir bu hususta. Hele Oleg Grabar gibi yöntemleri kadar vardıkları sonuçları bir evren genişliğiyle sunan yazarlar söz konusuysa manzaranın ufku kendiliğinden çizilir. Erken Dönem İslam Sanatı 650-1100, İslami Görsel Kültür 1100-1800, İslam Sanatı ve Ötesi, Kudüs kitapları arka arkaya okunduğunda, salt İslam’ın kendi çevresinde değil dünya ölçeğinde yarattığı kültür ve sanat atılımı dikkatle takip edilebilir. Serinin ilk kitabı ‘Erken Dönem İslam Sanatı’, Oleg Grabar’ın konuya hangi bilimsel yöntem ve çoklu bağlama oturttuğunu rahatlıkla görmek açısından önemlidir. Doğaldır ki İslam canlı ve özgün bir kültür olarak önce Bizans ile karşılaşacaktır. Bizans başta Hristiyanlık olmak üzere çeşitli ve zengin akımlar demektir.
‘Kökenler ve Bağlam’ bölümünde Grabar, tamamen görsel belgeler ve muteber saydığı kaynaklara dayanarak ‘İslam Sanatı ile Bizans’ karşılaşmasını irdeler. Aslında bu tam bir karşılaşma sayılmaz. Söz konusu olan İslam’ın doğal olarak Bizans’ın yanına varmasıdır ve başlangıçta karşılaştığı durum konusunda teorik ve önyargısal bir fikri yoktur. Mekan kullanımından görsel sembollere, sikkelerden duvar süslemelerine, hatta heykeller ve dini yapılara değin İslamın saf heyecanı olgu ve nesnelere ışık düşürmüştür. Her tür fetihçi ve hamasetçi yaklaşımın dışında düşünüldüğünde ‘İslam sanatının ikonografik ifadeye ihtiyaç duyduğunda Bizans sanatını kullanması’ anlaşılabilir. Fakat Grabar, Bizans sanatının bileşen olma vasfını bir kenara bırakmadan şu hayati tespiti yapar; “Bizans imparatorlarının sanat hamileri ve sanatçıları ile değerli şeylerin maliki olarak ünlerine rağmen, Müslümanlar tarafından kullanılan şey Bizans sanatı değil Bizans sanatının temalarıydı”. Bu tıpkı İslam’ın kendisinden önceki dinlerdeki hakikat ruhunu teslim almasına benzer.
Elbette, Bizans’ın vaktiyle İslam’ın doğup yayıldığı alanlara duyduğu ilgi görmezden gelinemezdi. Grabar, ‘erken dönem İslam dünyasını fethetmeyi isteyip de başaramayan Bizans’ı anarken, Louis Massignon’un ‘Arap aynasındaki Bizans serabı’ yorumunu da gediğine yerleştirmekten geri durmaz. “Müslümanlar için” der Grabar, “Bizans yöntemleri amaç değil araçtı.” Amacın nedenselliğiyle aracın gerekliliği üzerinde kıvrak yorum yapma kabiliyeti belki de İslam’ı hep bir adım öne çıkardı. Dahası bambaşka bir yöne dikkat çeker yine Grabar, iş yaparken, insanı çalıştırma ve malzemeyi elde etme biçimiyle ‘İslam neredeyse aynı zamanda acı çektirmeden, kan dökmeden ve rasyonel açıklama olmadan başarıya’ gider. Başarı, ‘kurumsal ümmet’in karar verebilme yetisinden geliyordu. Ve elbette adalet konusundaki rikkatinden.
Sanat çoğunlukla ister kamusal alanlarda ve özellikle dini yapılarda somutluk kazansın sonuçta ikonografik bir temsil hüviyeti de kazanır. Suret meselesi baştan beri kilit konumda dururken İslam kültürünün çözümü ne olacaktır? Grabar’a göre “Ölümcül günah yaratıcılık değil, açgözlülük ve ilahi hakikatten uzaklaşmaya meyletmektir.” İşte, Grabar evreni bir kez daha boyut kazanır. Çünkü ‘İslam kendisinden çok daha fazlasını gösteren bir yaratıcılık biçimini geliştirerek’, Antik çağdan beri bir görme ve gösterme dayatmasıyla yürüyen mevcut paradigmaya boyun eğmez. Görsel doktrin yerine görsel yaratıcılığı öne alır.
Oleg Grabar sahada çalıştığı dönemin imkanları içinde yorumlar getirirken, istemeden de olsa yarattığı kültürel bilgiyi bugüne de ulaştırır. Başta Kabe gibi İslam’ın kalbi mekanların etrafında yükselen putperest kuleler, İstanbul, Kahire, Bağdat, Şam gibi şehirlerdeki sanat eserlerinin acı manzarası, kültür ve sanat bağlamında kimin meselesinin ne olduğunu da açığa çıkarır. İslamın yaratma kabiliyeti yaşatma geleneğine dönüştürülememiştir çünkü. İslam bugün bir güç istenci ve üleşme aracıdır çokça.
*Oleg Grabar. İslam Sanatı Çalışmalarının İnşası. Dört Cilt. alBaraka Yayınları.