Herkesin kendisine göre bir derdi ve bu derde bağlı önceliği var. Özellikle her kol politikanın günlük diline kapılanlara kalırsa doğrular ve yanlışlar, iyiler ve kötüler, akla karadan başka bir şey yok şu hayatta. Sadece ve en çok onlar haklılar. Yer yer kayıkçı yer yer de Nasreddin Hoca’nın yorgancı kavgasına benzeyen bu kısır döngüde olan insana ve ülkeye, tabiata ve ortak değerlere oluyor. Oysa Türkiye’nin meseleleri politik kanatlardan ve bu kanatların üleşmeci üyelerinden çok daha ötededir. Ve onların son elli yıldır aşama aşama kitle ile kurdukları faydacı irtibattan dolayı başımıza gelmedik kalmamıştır.
Yaklaşık kırk yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Yeryüzünde olmak istediğim bir başka yer de yok. Bu kırk yıl içinde şehrin her bakımdan değişimlerine şahit oldum. 1950’lerin İstanbul için kırılma dönemi olduğunu söylerler. 1970’lerde köyden kente akış bu kırılmanın son hamlesi olur. Hızlı nüfus artışı, sanayileşme ve düzensiz kentleşme Marmara bölgesini etkisi altına almaya başlar. Belki asıl çekim merkezi doğal olarak hep İstanbul’dur ama Bursa, İzmit, Balıkesir de nasibini alır bu çekimden. Son yarım asırda hem ülkenin nüfus artışı hem de artan nüfusun Marmara Bölgesi’ne yerleşmesi elbette sosyologların, yazarların ve sağduyu sahibi aydınların ilgisini çekmiş ve bu konuda gerekli uyarıları yapmışlardır. Ne var ki popülist politikacıların ve onların üleşimcilerinin elbirliği sayesinde vizyonsuz, akıl ve yöntemden uzak, hormonlu, tarihi, doğayı ve insanı geri plana iten bir kentleşme, Marmara Bölgesine öreklenmiş onun bütün dengelerini altüst etmiştir. 1950 öncesi İstanbul göz kamaştırıcı değildir ama en azından kendi dengesini korumaktadır. 2021’de ise artık korunacak hiçbir denge kalmamıştır. İstanbul yıkılmıştır çünkü.
Kırk yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Girmediğim sokağı, görmediğim semti, dokunmadığım duvarı, yaşamadığım mevsimi kalmamıştır. Uzunca yıllar her sabah Büyük Çamlıca Tepesi’nden izledim onu. Uzunca süredir de her sabah Haydarpaşa önünden Yoğurtçu Parkına kadar uzanan sahil boyunca bu gözlemim devam ediyor. İstanbul sevilmek için sürekli size imkanlar sunan bir şehir. Onun dilini çözerseniz aşkınız sürekli olur. Ve bir süredir başka bir dil konuşuyor. O dil bütün Marmara denizi boyunca dalgalanıyor. Bittim ben diyor. Öldüm. Yok oldum. Bu musilaj illeti bir haber olmaktan öte varoluşsal bir şey. Geçmişten bu yana Haliç’in’kokusunu, Kurbağalı Dere’nin fokurtusunu biliyoruz. Onlar derin, büyük kirliliklerdi. Ama şimdi karşımıza çıkan şey ölüm. Ölüm kusması. Yokluğun irin bırakması.
Kırk yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Bu sürede zaman zaman bazı yerlerde öbek öbek çöpler gördüm. Bazı yerlerde lağım karışıyordu denize. Bazı yerler fena kokuyordu. Deniz anası kaplamıştı bazı yerleri. Bütün adaları dolaştım. Yassı Adayı gezdim. Tavşan Adası’na adım atmadım ama Avşa, Marmara Adası’nı yaşadım. Silivri’den Gelibolu’ya, Altınoluk’dan Gemlik Körfezi’ne, Darıca’dan Tekirdağ’a değin her yer ezberimdedir. Denizin tatlı yerlerini, zeytinlerin tat farklarını, balıkların lezzet inceliklerini de tecrübe ettim. Fakat, Marmara Denizi’ni, Sarayburnu’nu, Karaköy ile Kadıköy arasını, Moda Burnu’nu hiç ama hiç bu kadar kirli, bu kadar çaresiz, bu kadar bulanık, bu kadar can çekişirken görmedim. Vapurdan izlediğim deniz başka bir denizdi artık. Sanki antik çağdan beri burada çalkalanan, Roma’yı, Bizans ve Osmanlı’yı görmüş deniz değildi. Yaşı bile yoktu. Geçmişsiz. Paçavra. Lime lime.
Kırk yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Ülke nüfusunun üçte birinin yığıldığı Marmara bölgesi ve bu deniz acaba artık vatan parçası değil mi diye soruyorum içimden. Mesela, bu denizde görev yapan Türk Deniz Kuvvetleri ne yaptı o ölürken? Bu belediyeler haydi oy almak adına her türlü kötülüğe göz yumdular. Halk, kitleler her zaman olduğu gibi sadece kendisini düşündü. Balıkçılar pervasızca avlandı. Fabrikalar şehvetle kanallarından kimyasal saldılar onun içine. Hiç kimse, hiç birimiz üstlenmeyecek mi bu ölümü, bu cinayeti. Bu ruhu çekilmiş eski sevgili hangi mezara konulacak? Vatan kavramı değişti de haberimiz mi yok?