Hayat sanki çok evvelden yaşanmıştır da biz şaşkınlar dünyada onun parçalarını geri toplamanın sevdasına düşeriz. Arada bir rüya ile gerçek arasında gidip gelmemiz ve bocalamamız bundandır.
Bu sebepten dünya da bir bütündür esasında ve ülke ülke, sınır sınır, kültür kültür, dil dil dağılıp parçalanmıştır. Başlangıçta ne ülke vardır ne de dil. Fakat iyi ki vardır. Yoksa tekdüzeliğin çölünde keşfin heyecanı kaybolup giderdi.
Lizbon’a bizi indirirecek THY uçağı Atlas Okyanusu’nun da etkisiyle rüzgarda bir kaç kez kuru yaprak gibi savruldu. Sonunda yağmur sağanağının altında yolculuğumuz tamamlandı.
Lizbon bir metafor olarak bazı şairlerimizin şiirlerinde boy gösterdi. Biz de Fernando Pessoa yüzünden daha bir sevdik, merak ettik bu şehri. Portekiz imparatorluğunun denizlerde bizi hayli uğraştırdığı bilinir. Deniz ve sömürgecilik çağının izlerini Lizbon’da hala görmek mümkün. Portekizliler çiniyi kendilerinin kılmak için hayli incelik göstermişler. Özellikle Azulejo Çini Müzesi, İslam Uygarlığının geçişken ve etkileyici renkleriyle de dolu.
***
Beni asıl şaşırtan ve geçmişten kopmuş can parçalarını topluyormuş duygusuna sürükleyen Gülbenkyan Müzesi’nde gördüklerim oldu. Şöyle denilebilir; burası Çin’den başlayarak bütün Osmanlı ve Doğu coğrafyasının kültürel antolojisi. İran minyatürleri ile tezhiplenmiş Bostan ve Gülüstan kitabı yanında, İznik çinileriyle yapılmış çift iki sidret’ül münteha ağacını bulabilirsiniz. İznik çinilerinin renk ve desenlerinden parçalar taşınmıştır buraya ama, halılar, kilimler, kitaplar, gönüle ve şuura geçmiş zamanın müziğini fısıldarlar.
Fakat birden bire karşılaştığım bir üzüm salkımı panosu beni allak bullak ediverdi. Şimdilerde her parçası birbirinden koparılmış Suriye bir rüzgar hançeri gibi kalbime saplandı ve ah deyiverdim. 16. Yüzyıla ait bir çini panosu Suriye ve üzümlerine yer vermişti.
Çiniyi yapan usta asma yaprakları ve üzüm hevenklerini öyle bir coşku ile birleştirmişti ki insan bu birlikteliğin ebediyen süreceğine hep inanabilirdi. Kim bilir belki de geleceğe bırakılmış bir mirastı bu.
***
Osmanlı yeşilinin yumuşak rengi açık mavi ve derin mavinin arasında beyaz üzüm salkımları ile coşuyor, böylelikle üzümün kadim çağrışımı bir kök ve hayat felsefesi olarak işlenmiş oluyordu. Bir dizi silsile halinde uzanan hayat ağacı motifi bu tabloya başka bir içlenişle bakıyordu. Ya da ben bunu öyle sayıyor böyle okuyordum.
Bir de siz bakın bu tabloya. Yeterince çağırıcı ve mesaj kadar ima yüklü değil mi? Tarihi şehir Lizbon’un eski ve dar sokaklarında ilerlerken evlerin dışlarını süsleyen çinilerde, Akdeniz İslam uygarlığının etkilerini hissetmek şaşırtıcı olmamalı. İyi ve güzel olan hep taklit edilir ve sonuçta onu çağdaş kılıp yaşatanlar ayakta kalırlar.
Savaş öncesi bir kaç kez Kasyun Dağı’ndan seyrettiğim ve her seferinde mozaiklerinde Akdeniz yeşili gördüğüm Emevi Camii’nin şimdilerde taneleri talan edilmiş üzüm salkımı gibi kuru iskelete dönmesi de zihnimin başka bir oyunu olmalı. Lizbon uçakla 5.5 saat uzaklığında belki ama çağrışımları hiç öyle değil. İyi ki değil. Dünya her gün paramparça edilse bile parçalar bir yerde birleşiveriyor.