Şimdi elimde dört kuş yüreği ile yürüyordum. Az önce yoktular. Birden karşıma çıkıverdiler.
Güneş iki gündür kayıptı. İnceden serin, üşütücü bir yayla havası. Yayla diyorlar buraya. Ermenilerinmiş ilkin. Zaten gerçek adı da Namrun. Kalesi de var. Nüfusu yazın iyiden şişiyor. Aşağılar, Adana, Mersin, Tarsus cayır cayır bu mevsim. Etraf çam ve envai çeşit ağaçlarla dolu. Çalımlı ladinler insana neredeyse çeki düzen öğretiyorlar. Derinden kuş sesleri. Kızılcıklar bahardan gül duygusunu teslim alıp iyiden kuşanıyorlar. Üzümlere daha biraz var. Koruklar acemi acemi sarkıyorlar asmalarda.
Yine erken uyandım. Biraz uyku yetiyor insana temiz havada. Sabahın bu berrak vakitlerini kaçıranları bahtsız saymalı. Kiraz yapraklarında erken bir sonbahar hüznü var ancak aradan çağlayıveren çeşmeler bu hüznü bastırıyor. Girilen her bahçe, sapılan her yol kendi tekrarı içinde sürprizlere açılıyor. Ermiş iri böğürtlenler. Balını tutamayan erikler. Yaban elmaları. Fındık çotanakları. Artık çoktan unutulmuş tulumbalar. Bir kaç tane varlar. Üzerine su eklerseniz foşur foşur soğuk sular. Eğmeli kafayı. Suya bırakmalı, elleri, kolları. Boynu özenle sıvazlamalı. Sık dalların arasından fırlayan karatavukların arkasından gülümsemeli. İkide bir uzaktan patlayan tüfek sesleri avcı iştahlarıyla ateşleniyor.
Dalların, yaban böğürtlenlerinin, zakkum ve silme cevizlerin arasından geçtik. Şimdi küçük çarşıdaki fırınlar açılmış ekmekler kabarmaya başlamıştır. Kasaplar, manavlar da erkenci. Uğranılacak. Her sabah yürüyüş sonrası uğruyoruz. Fırınların birinde alış verişi bir hanım efendi yürütüyor. Yüz ifadesi ve ses tonu güven içine sarmalanmış otorite. Yumuşak, kadife güç. Geçen sabah bir genç kadın altı lira yerine elli kuruş bırakmış gidiyordu. Arkasından ‘bu para…’ dedi, sustu. Ben gideni uyardım. Geri döndü, özür dileyerek. ‘Olabilir…’ dedi, sakince. Ben aldığım onca ekmek için bir lira bıraktım, gözlerine baktım. ‘Bugün böyle, madem’ dedim. Espriyi anladı. Sakince güldü. ‘Olabilir…’dedi. Belli ki bunca ağaç, su, hava, dağ, bulut, yemiş, meyve en çok onda karşılığını bulmuş.
Bir kere ormanın içine daldınız mı onun da tekrarları vardır. Bazı yollar düz. Bazı yerler yokuş. Nefes hem sıklaşıyor hem normale dönüyor. Bir yalnız köpek. Her sabah neredeyse aynı yerde karşılaşıyoruz. Başı önde. Tın tın gidiyor. Geçen sabah ben de yalnızdım. Bu kez yine aynı yerde karşılaştık. Göz göze geldik. Nedense onun köpek olmadığını düşündüm. Döndüm arkasından baktım. Ağaçlardan biri görüşümü engelledi. Sırroldu. Bu sabah yine karşılaştık. Köpekti. Tatlı. Sakin. Uysal.
Ormanın sıklaştığı yerde kesim yapılmış. Kalem gibi irili ufaklı çamlar. Ucunda biraz topaz olanı matrak sayıp sağ ve sol kollarımı çalıştırıyorum. Güreş alanı gibi bir açıklıkta duruyoruz. Bu sabah iki kuş uzun uzun öterek cilveleştiler.
İşte dönüşe yaklaştık. Yan asfalt yola çıktık. Sağlı sollu son dutlar. Özellikle karadutlar. Erikler. Erken kalkmış yaylacılar. Sol tarafta iki adam belirdi. Biri ayakta. Ev sahibi olanı oturuyor, altına bir sandalye çekmiş. Yaşlıca. Kır saçlı. Aydınlık değirmi yüzlü. Ben tam günaydın diyecektim. ‘Durun, biraz. Nereye. Gel bakalım. Bunları almadan olmaz.’ Daha ne olduğunu anlamadan elime dört erik bıraktı. ‘Bunlar kuş yüreği, başka yerde bulunmaz’. Yanındaki ekledi ‘hele kurutulmuşuna can dayanmaz’. Elimde solgun toz rengi dört erik. Tozu alınınca parlamaya hazır. ‘Kuş Yüreği’ ismi beni ağına düşürüyor. Aklım başımdan gitmiş. Ne yaratıcı bir isimlendirme. Kuş yumurtası iriliğinde dört erik. Elim terliyor. Ayaktaki adama, ‘cebinizdeki radyo mu yoksa cep telefonu mu’ diye soruyorum. ‘Cep’ diyor gülümseyerek. Vücudundan türkü yükseliyor adamın. Elimde dört kuş. Dört kuş yüreği. Oturan adam erikleri bitirinceye kadar bekleyecek. Erken vakitte yoldan geçenlere ‘kuş yüreği’ verecek.