Yaşadığımız son büyük medeniyet krizinin hayata yansıyan bir yönüne de kültür diyoruz. O kültürü bulmaya, oradan ayağa kalkıp yeni bir kimlik kurmaya çabalıyoruz. Bu çabada aydınların getirdiği tekliflerle devletin dayattığı kurallar çatışmasını sürdürüyor. Eğitimde, sanat ve edebiyat yanında sosyal hayatta devlet kendisine göre jakoben bir model üretti ve bunun aydınlar tarafından desteklenmesini bekledi. Doğrusu buna teşne aydınlar da oldu. Kraldan çok kralcı olanları çok gördük. Ne var ki bu aydınlar önce devletin hizasına gelip sonra da onun çemberinde erimekten kurtulamadılar. Sonuçta iyi niyetli bile olsalar, ikinci, üçüncü dereceden derinliğe sahiptiler. Saf, asil ve birinci sınıf entelektüeller yaratıcı muhalefetlerini ve bu kriz karşısındaki önerilerini eser olarak vermekten geri kalmadılar. Sonunda devlet de onlara el uzatmak, barışmak zorunda kaldı. Hatırlayalım, Cumhuriyet tarihi boyunca devletin kavgalı olup da sonradan barışmadığı neredeyse böyle aydın hiç yoktur. Kadrocu Zoraki Diplomat da dahildir buna.
***
Öyleyse hem devlet hem aydın hem de kültürün kavramsal geriliminden oluşan bir burgaçtan söz edebiliriz. Devlet, iktidar olmanın da gururu ile kültürü, doğasına keyfince müdahale edilebilecek bir mevhum sanıyor. Oysa, yaratıcı kültürün- ki onun içine mimarlık, şairlik, sinemacılık, edebiyatçılık, müzisyenlik, ressamlık gibi pek çok kişilik dahildir- özünde barındırdığı muhalifliği kendisine bir düşmanlık olarak gördükçe devlet, kendi kavramsal gücünü de aşağı çeker. Sanat ve yüksek düşünce elittir ve o ne devletin ne halkın hizasına gelmek zorunda değildir. Sıra dışı örnekler ve tutumlar genel bir kanunmuş gibi dayatılamaz. Sanatın içinde her zaman böylesi uç tipler bulunur hatta bulunmalıdır. Ancak, söz gelimi Neşet Ertaş da bir sanatçıydı ama elit değildi önermesi kendi içinde hem doğru hem tutarlı olmakla birlikte, Türkiye sınırları dışında hükümsüzdür. Sanat ve düşüncede ölçü evrensel estetik ve kavramsal değerlerdir.
Sanat adamlığı evrensel ölçekte özgüven ve iddia sahibi olmaktır. Türkiye’nin hem medeniyet krizi hem de düştüğü kültürel burgaç bu noktayı kaçırmasından kaynaklanıyor. Bugün şiir yazanlar, gündelik olanın iğvasına kapılmayıp, Türkçe duyuşun modern derinliğini, çağdaş formla yaratmanın peşindeyken onlara gelip geçici ve folklorik söylemlerle yaklaşmak bir anlam ifade etmez mesela.
Türkiye için asıl çalışmak, Türkçe için çalışmak ve onun elit ve yaratıcı dokusunu canlı tutmaktır. Tiyatrocular, sinemacılar (son başarılı ve evrensel örnekler Semih Kaplanoğlu ve Nuri Bilge Ceylan) , romancılar ( Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş, Şule Gürbüz) yazıyı ve sanatı yaratırken halka karşı olmak gibi bir ilkeden hareket etmezler. Halk ve karşıtlık meselesi kavramsal değil icat edilmiş sosyolojik bir masktır ve sadece mevziye adam taşımaya yarar.
***
Türkiye’de sanatın ve sanatçının bir ve bütün olmaklığı ondaki çatışma ve kavgada değil eser veriminde aranmalıdır. Kaldı ki kavgayı kaba ideolojik düzeyde yapanların bugün toplumsal hiç bir karşılığı yoktur. Sanatın verim çeşitliliğinin özgür, demokratik ve yaygın şekilde halk tarafından paylaşılıp paylaşılamamasıdır asıl mesele. Devletin en çok bu ölçekte devreye girip rol alması doğrudur.
En azından edebiyat bağlamından baktığımızda, içinde bulunduğumuz kültürel burgacı hem kavramsal hem de insan çeşitliliğiyle çözmüş bir dilin içinde olduğumuzu bilmek bize güven veriyor. Ne var ki güven sorumluluk olduğu kadar ahlaktır. Çok az elitist yazara sahip edebiyat tarihimiz, yazıyı yaratırken elit olduğu için böyledir bu. Yoksa Cemal Süreya ve Yusuf Atılgan olmazdı. Sezai Karakoç ile Bilge Karasu da öyle.