Kitabın şekil olarak neye dönüşeceği ile varlık olarak neyi karşılayacağı her zaman ilgi çekici olmuştur.Gelecekte bildiğiniz manada somut kitap olacak mı henüz bilmiyoruz. İnsan bir iz bırakmak için yönelmez kitaba, kendisini ifade etmek için keşfettiği yollardan birisi olduğu için sürekli olmuştur o. Eğer bir varlık olarak kendisini ifade etmekten vazgeçmeyecek ise insan kitap da varlığını hep sürdürecektir. Bir biçim ve şekil ilişkisi sayılmaz insanın kitapla ilişkisi. Ağzı dolduran söz gibi kıymetlidir kitap. Bu bağlamda kitaptan bakarak, kitaba bakarak, insanın nasıl yaşadığını, ruhsal macerasını takip edebiliriz. Kitap olmasaydı her halde insanlığın hikayesi eksik kalırdı. Ya da kitap olduğu/ olageldiği için insan var oldu.
Uygarlıklar ve onların karakteristik özelliklerini çözmek için de anahtar kitaplar. Kütüphanenin doğuşu ile uygarlıkların gelişmesi arasında paralellikler var. Bir özgün uygarlık kabul edilen Osmanlı için düşünüldüğünde neydi peki kitap ve kütüphane? Geçmiş eserleri korumakta sergilenen vurdumduymazlık yanında İstanbul gibi şehirlerin yangın gibi felaketlere açık olması da düşünüldüğünde bu konuda fikir yürütmek hayli zorlaşıyor. Çünkü pek çok kitap ve kütüphane biliyoruz ki bu yangınlarda yok oldu.
Bir medeniyetin kalbi başkentler ile oradaki kütüphanelerin vasfı arasında da yakınlıklar var. Bu sebepten, İstanbul kütüphaneleri ayrıca mihenk taşı. İstanbul’un bir uygarlık başkenti olması ile kütüphanelerin doğuşu da eşgüdüm halinde çünkü. Kütüphane bağlamından tarihe ve onun oluşumuna bakmak da bir yöntem.
Böyle düşünmeme sebep, okumakta olduğum bir kitap oldu. Halil Solak, ülkemizin bu sahada önde gelen akademisyen, entelektüel ve zevk ehli İsmail E. Erünsal ile yaptığı söyleşi kitabını yayımladı. Yirmi İki Mürekkep Damlası ( Timaş Yay.) adıyla okura sunulan kitabın alt başlığı ise Osmanlı Sosyal ve Kültürel Tarihi Üzerine Sohbetler. Erünsal daha önce birkaç ciltlik anıt kitap da armağan etmişti bizlere. Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar, Osmanlılarda Kütüphane ve Kütüphanecilik, Orta Çağ İslam Dünyasında Kitap ve Kütüphane. Her biri kendi alanında çığır açıcı olan bu kitaplar, yılların emek ve duyarlıklarıyla örülmüştü. Erünsal sadece bir akademisyen olarak görülmez bu eserlerde. İlim disiplininden kopmadan getirdiği yorumlarla okuru bu dünyanın içine çeker.
Kendisi de çünkü ilk gençliğinden beri bir kitap tutkunu olarak kitabın nefes alıp verdiği mekanlarda bulunmuş, kütüphanelere dalmış, sahaflarda dolaşmış, kitap sevdasının canlı şahısları ile tanışmış, onlarla dost olmuş, hasılı kitap denilen varlığın peşine düşmüştür. Halil Solak’ın soruları rehberliğinde, İsmail E. Erünsal’ın öğrencilik yılları, o dönemin üniversite ortamı, efsane hocaları, iç çekilmeleri, tatlı dedikoduları, haklı eleştirileri, Osmanlı’da kitap ve kütüphane meselesi, bir tarihçinin kitaptan çıkarak nerelere kadar uzanabileceği, kısacası kitap kapakları, teknik bilgiler, kütüphane rafları, duvarları değil, insanları, insanları ve insanları ve kültürü buluyoruz. Bir dışarıdan gözlemci değildir Erünsal canlı bir öznedir. Duyguları, düşleri, düşünceleri vardır.
Her okur kendi meşrebince pek çok değerli bilgi, özgün yorum bulacaktır Yirmi İki Mürekkep Damlası’nda. Kitaptan bakarak, kütüphaneyi yorumlayarak nerelere varılabileceğinin, biyografi yazarlığı dahil nice türlere katkı yapılabileceğinin somut örneklerini de sunuyor Erünsal. Benim dikkatimi ise hep şiir ve şairler bu kitaplarda. Erünsal kendisi de şiire ve şairlere özel önem verdiği için olacak onların dünyasını anlamamızı kolaylaştıracak bazı bilgiler verdi bize. Özellikle İn’amat Defterlerine dikkat çekti. Şairlerin sarayla-iktidarla olan münasebetlerinin tespiti, bir göreve tayin, terfi ve azillerini görmek için ruus, mevacip ve mülazemet kayıtları ve buna bağlı günlük yaşayışları, ekonomik durumları, aile çevreleri, ne tür kitaplara sahip oldukları gibi konulara bakışı hayli çarpıcı yorumlar içeriyordu. Eski şiirin patronaj sistemine bağlı gelişen iktidar- şiir ilişkisinin detayları önemliydi. Saray, kapısına gelen şairlere para, değerli kumaş vb hediyeler bahşederken iktidar, bunları kayıt altına alıyordu. Hangi padişahın hangi şaire önem verdiği ile o padişahın kültürel-siyasi çapı da bir yönden açığa çıkıyordu.
Saraydan destek görmek, oranın gözdesi olmak, adeta paraya boğulmak şair olarak gelecek asırlara kalmayı sağlamıyordu mesela. ‘Cemaat-ı şairan ve münecciman’ başlığıyla, müneccim ve şairlerin bir defterde tutulması pek ilginç bir ayrıntıdır. Maili, Azizi, İyani, Sali adındaki şairlerin esamesi okunmaz bugün, kayıtlarda saray tarafından paraya ve takdire boğulan şairlerden olmalarına rağmen. 2. Beyazıt dönemi şairlerinden Maili hemen her vesile ile yüksek derecede in’am alan bir şair. Peki şiir nerede? Bu durumu şöyle açıklıyor Erünsal: şairlerin ödüllendirilmelerinde her zaman ölçütün şairin sanatı olup olmadığının sorusuna tatmin edici bir cevap bulmak oldukça zor. Devlet ile kurulan münasebet de bir ölçü.
Bir de, dışarıdan, İran’dan gelen şair meselesi var ki o da başlı başına bir konu. Bugünün İngilizcesini anıştıran, Farsçaya rağbet dönemi anlayacağınız. Şair Mesihi’nin ‘Mesihi gökten insen sana yir yok/ Yüri gel Acem’den ya Arap’tan’ dediği gibi derin ve ince bir mesele bu da. Diyeceğim, kitap, bakmasını, okumasını bildiğinizde nice nice ‘sayfalar’ açacaktır önünüze.